6 Ağustos 2008 Çarşamba

ANLAŞMALARA RİAYET ETMEK

ANLAŞMALARA RİÂYET ETMEK[1]

*AHDİN GÜZELLİĞİ, YANİ VERİLEN SÖZE UYGUN HAREKET EDİLMESİ, İMANDANDIR.

HZ. MUHAMMED (S.A.V.)

Akit; Sözleşme, bağlama, düzenlemedir. İki kişi veya taraf arasında bir iş konusunda anlaşmaya varıp taahhütte bulunulması akitte bulunmaktır. Bilhassa devletler arasındaki anlaşmalarda yapılan akitler çok önemlidir. Sözleşme yapan taraflardan her biri, yaptığı bu anlaşmaya sadık kalmak zorundadır. Zaten toplumlar arasında bu akitlere uyulmaması tarih içinde bir çok savaşların çıkmasına sebep olmuştur.

Toplumsal hayatın ahengi için, müminin riâyet etmesi gereken bir husus da yapılan anlaşmalara uymaktır. Anlaşma bir tür söz vermedir. Verilen söz tutulmalıdır. Aksi halde güvensizlik ortamı doğar. Anlaşma kiminle yapılırsa yapılsın riâyet şarttır. Günümüzde, taksitli satışlarda, kira kontratların­da, çek ve senetlerde hep anlaşma söz konusudur. Hatta memuriyet veya işçilikte anlaşma bahis mevzuudur. O halde, insanlar dikkatli olmak ve İslâm ahlâkının gereğini yerine getirmek zorundadırlar. Kur'an-ı Kerime kulak verelim:

Yalnız andlaşma hükümlerinde size karşı bir eksiklik yapmayan ve aleyhinizde kimseye yardım etmeyen müşrik­lerle yaptığınız andlaşmaya sonuna kadar riâyet edin. Allah sakınanları sever. (Tevbe, 4)

VERDİĞİ SÖZÜ YERİNE GETİRMEK

*BİR METRE İŞ YAPMAYI, BİR KİLOMETRE SÖZ VERMEYE DEĞİŞMEM.

JAMES HOWELL

Verilen sözün yerine getirilmesi konusunda toplumumuz çok hassastır. Bu hassasiyet hem inançlarımızdan, hem de tarihimizden gelen bir anlayışla topluma yerleşmiştir. Güven ve huzur açısından herkesin buna aynı hassasiyeti göster­mesi gerekir. Bunu ihmal edenler toplum içinde yadırganır, hatta toplumdan dışlanır bile. Yerine getirilmeyen bir söz için bazen tepki öyle şiddetli olur ki, hemen dönek damga­sı vurulur, geçmişteki iyilikler bir kalemde silinir. Konu bü­yütülür iki yüzlü, münafık gibi dinen de cezayı gerektiren sı­fatlarla damgalanır.

Böyle bir eksiklik insanlarda şüphesiz huzursuzluğa yol açar. Bunun için söz vermeden iyi düşünmeli, iyi hesap etmeli ve verilen söz, küçük veya büyüklüğüne bakılmadan, aman sen de, olursa olur, olmazsa olmaz hatasına düşmeden yerine getirilmelidir.

Zira yerine getirilmeyen sözlerden insanlar olduğu kadar Al­lah da sorguya çeker. Kur'an'da ... Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü verilen söz sorumluluğu ge­rektirir. (İsra, 34) buyuruluyor.

Ebu Saidi Hudrî (Radıyallahü anh) ) anlatıyor: Resulüllah (sav) buyurdular ki: Bilesiniz kıyamet günü, ahdini tutmayan her vefasıza vefasızlığın derecesine uygun bîr bayrak dikilecek, böylece vefasızlığı teşhir edilecektir. (Kütüb-i Sitte, 17/379)

Sorumluluk duygusuna sahip oları herkes verdiği sözü, Allah'ın da kendisini bir gün sorguya çekeceği inancıyla, şart­larına uygun olarak zamanında yerine getirmelidir. Zira bu davranış Allah'ın da hoşuna giden salih ameldir.[2]

ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE AHİT

*SÖZLER, TUTULMAMAK İÇİN VERİLİR. SWIFT

Ahde Vefa ilkesi, modern uluslararası ilişkilerin en temel kavramlarındandır. Bu kavram uluslararası hukuk literatüründe “pacta sunt servanda” olarak geçmektedir. Bu ilke, Uluslararası hukukun esasını oluşturduğu gibi, aynı zamanda bağlayıcı bir özelliğe de sahiptir. Bunun anlamı şudur: Antlaşmalar hukukunun temelini oluşturan bu bağlayıcı ve ahlakî ilke, şartlar ne olursa olsun yapılan antlaşmaya sadık kalınmasını talep eden bir ilkedir.

Birçok Batılı müellif de, devletler hukukunun temelini “pacta sunt servanda” yani ahde vefa ilkesiyle “Bona Fide” yani anlaşmaların iyi niyetle uygulanması ilkesine dayandırmaktadır. Kur’ân, Müslüman topluluklarla diğer topluluklar arasındaki siyasî ilişkileri tanzim hususunda antlaşmaları meşru ve genel bir esas olarak telakki etmiştir. Antlaşmalar Hukukunun en temel kurallarından olan “pacta sunt servanda” (Ahde Vefa) ilkesi, Kur’ân’da birçok yerde zikredilir.

Kur’ân-ı Kerîm açısından da uluslararası ilişkilerin barış içinde devamını temin açısından uyulması gereken en önemli ilke, “ahde vefa” ilkesidir. Kur’ân-ı Kerîm’e göre, ahid konusunda, uluslararası ilişkilerde takip edilmesi gereken yöntem, muhataplara göre üçe ayrılır: Müslümanlar, sözleşmeliler ve antlaşma yapılmayanlar. Müslümanlar tek bir ümmettir. Aralarında ırk, renk ve coğrafya farkı gözetilmeden tam bir kardeşlik ve dostluk hakim olmalıdır. Sözleşmelilerle olan ilişkiler, sözleşmedeki şartlara uygun olarak cereyan etmelidir. Anlaşma yapılmayanlara karşı izlenecek tutum ise, karşı taraftan bir düşmanca tutum görülmedikçe dostluk üzere cereyan etmelidir. Hiçbir sebep yokken onlara karşı saldırıda bulunmak, Kur’ân-ı Kerîm ilkelerine uymayacağı için doğru değildir. Verdiği sözü yerine getirmek, Müslümanın şahsen görevi olduğu gibi, uluslararası ilişkilerde de sözleşmelere riâyet etmek bir devletin devlet olabilme şartının gereğidir.

Kur’ân’da büyük bir ahlâkî fazilet olan ahde vefaya ilişkin âyetlerde, kendileriyle yapılmış anlaşmaların hükümlerine riâyet ettikleri müddetçe, Müslümanların, gayrimüslimlere verdikleri söz doğrultusunda hareket etmeleri emredilmektedir: Ancak kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklerden hiçbir şeyi size eksik bırakmayan ve sizin aleyhinize herhangi bir kimseye arka çıkmayanlar bu hükmün dışındadır. Onların antlaşmalarını, süreleri bitinceye kadar tamamlayınız. Şüphesiz Allah, korunanları sever. (Tövbe,4) Ayetteki “müşriklerden hiçbir şeyi size eksik bırakmayan ve sizin aleyhinize herhangi bir kimseye arka çıkmayanlar bu hükmün dışındadır.” ifadesi, kendileriyle Müslümanlar arasındaki antlaşmaları kuvvete başvurarak ihlal eden müşriklere, antlaşmanın öngördüğü bütün sorumlulukların Müslümanlar lehine geçersiz kılındığını ifade etmektedir.

Müslümanların, verdikleri söz doğrultusunda hareket etmeleri istenen bir başka âyette şu ifade yeralmaktadır: Mescid-i Haram’ın yanında kendileriyle antlaşma yaptıklarınız hariç, diğer müşriklerin Allah ve Rasûlü yanında nasıl sözleşmesi olabilir? Antlaşma sahipleri size karşı dürüst davrandıkları müddetçe siz de onlara dürüst davranın. Allah sakınanları sever. (Tövbe,7) Buradaki istisna, yanlış anlamaya meydan vermemek anlamında bir istisnadır. Ahde vefa gösterip onu bozmayanların ahitlerini, süresi bitinceye kadar tamamlayın. Onları diğerleriyle aynı muameleye tâbi tutmayın. Verdiği sözde duranla durmayanı bir tutmayın demektir. Ayetin sonundaki “Allah sakınanları sever.” cümlesi de verilen sözü yerine getirmenin gerekçesini gösteren ve bunun “takvâ” boyutlu olduğuna dikkat çeken bir cümledir.

Görüldüğü üzere, Kur’ân, uluslararası ilişkilerde, düşman bile olsa insanlar arasında ayırım yapmadan hem adaletin tatbikini hem de ahde vefayı iki temel ilke olarak kabul edip, uluslararası ilişkileri sağlam esaslara oturtmuştur. Kur’ân’ın, düşmanlara karşı bile ahde vefa hususunda kesin ve açık olan hükümlerini tarih boyunca Müslümanlar uygularken; papazlar, “kâfirlere” (yani onlara göre Müslümanlar) verilen sözün asla muteber olmadığını İncil adına Hıristiyan hükümdarlara telkin etmişlerdir. Hıristiyanlar tarafından Müslümanlara verilen sözün bir değerinin olmadığına ilişkin bu prensip nesilden nesile intikal ederek sürüp gelmiştir.

Devletin bizzat kendi iradesiyle taahhüt ettiği uluslararası görevleri/sorumlulukları yerine getirmemesi halinde, bir arada karşılıklı anlayış, işbirliği ve yardımlaşma içinde yaşamanın gerektireceği esaslara da uyacağı beklenemez. Ulusların ve devletlerin birbirlerine güvenleri sarsılınca, barış içinde yaşamak da sözde kalır. Kur’ân, muhataplarından, verilen sözlerin, yapılan antlaşmaların ve taahhüt edilen görevlerin yerine getirilmesinde azami derecede duyarlı davranmalarını ister.

Aslında, Kur’ân, ahde vefa gösterilmesini bütün hayatın esası ve erdemli bir hayatın ön şartı kabul eder:

1 يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَوْفُواْ بِالْعُقُودِ

Ey iman edenler, antlaşmalarınıza sadık kalın.. (Mâide,1) Çeşitli rivâyet ve yorumlar âyette zikredilen “akitler”in insanın, Allah’la, diğer insanlar ve toplumlarla olan her çeşit söz, ahit ve anlaşma gibi karşılıklı taahhüdü gerektiren her davranışı içerdiğini belirtmektedir. Âyet, insanın bizzat kendisiyle, diğer insanlarla ve düşmanla olan ilişkilerinde, kısacası dinî, ferdî, ailevî, sosyal ve uluslararası hayatta uyulması gereken bir ilkeyi sunmaktadır. Bu ilke, herhangi bir fert, toplum ve devletin geçici çıkarları için asla ihlal edilemez. İnsanın faydalı zannettiği şeye aykırı bile görünse, her durumda ahde vefa göstermek maslahatın bizzat kendisidir.

Kur’ân-ı Kerîm, genellikle, gayrimüslimlerin uluslararası ilişkilerdeki özelliklerinden birinin de, Müslümanlarla yaptıkları anlaşmaları her defasında bozmaları olduğuna işaret eder ve bu hususa şöyle dikkat çeker: Allah katında yürüyen canlıların en şerlisi kâfirlerdir; artık onlar inanmazlar. Sen kendileriyle anlaşma yaptığın halde onlar, hiç çekinmeden her defa anlaşmalarını bozarlar. Savaşta onları yakalarsan, onlara vereceğin ceza ile arkalarında bulunan kimseleri de dağıt ki ibret alsınlar.(Enfâl, 55-57)

Yahudilerin grup grup Peygamberle yaptıkları anlaşmaları bozdukları gibi, müşrikler de bu anlaşmaları bozdular. Âyetler, Bedir Savaşı (m. 624)’ndan önce ve sonra, bu âyetlerin inişine kadar olan süreçte mevcut olan bir vakıadan bahsetmektedir. Aynı zamanda yaptıkları anlaşmaların neticesini hiç düşünmeden bozanların karakterlerini, daimî durumlarını ve kendilerinden ayrılmayan vasıflarını zikretmektedir: “Onlar iman etmezler”. Onlar, böylelikle doğuştan sahip oldukları temiz fıtratlarını bozmuş olmaktadırlar. Fıtratları bozulmuş olunca da, yaptıkları her ahdi bozar, verdikleri her söze ihanet eder, insani özelliklerin en mühimlerinden olan ahde vefa ilkesini çiğnerler...

Kur’ân-ı Kerîm, yapılan antlaşmaları bozan tarafın her zaman müşrikler olduğunu bildirir.

Özetle, Kur’ân, ahdi korumak için sulh masasına oturur. Müslümanlar, karşı tarafın ihanet edeceğinden korkarsa, mevcut antlaşmayı bozduğunu karşı tarafa açıkça ilan eder. Müslümanlar asla ihanet etmemeli, hile yapmamalı, dolaplar çevirmemeli, aldatma yollarına başvurmamalıdır. Bu ilkesiyle Kur’ân, insanlığı doğruluk, emniyet ve güvenin en üstüne çıkarmış olmaktadır.

Şu hususa da açıklık getirmek istiyoruz: Kur’ân bütün müşriklerin öldürülmesini hiçbir zaman istemez. Söz konusu âyetlerde öldürülmesi istenen müşrikler, Müslümanlarla yaptığı antlaşmayı bozanlardır. Müslümanların bizzat kendilerine veya dinlerine saldırmayan insanlara -müşrik de olsalar- saldırılmaz. Onlar Müslümanlara sadık kaldıkları sürece Müslümanların da onlara sadık kalmaları Allah’ın emridir.

Fakat, Müslümanlar, tarih boyunca karşı taraftan aynı sadakat ve samimiyet görmemiş, aksine entrika ve ihanetlerine maruz kalmışlardır. Allah, onların bu karakteristik özelliklerini ve hareket tarzlarını ise şöyle belirtmektedir: Onların nasıl antlaşmaları olabilir; onlar size galip gelselerdi, sizin hakkınızda ne ahit ne de antlaşma gözetirlerdi. Onlar ağızlarıyla sizi razı ediyorlar, halbuki kalpleri buna karşı çıkıyor. Onların çoğu yoldan çıkmıştır. (Tövbe, 8)

Bir mümin hakkında ne ahit tanırlar ne de antlaşma. Çünkü onlar saldırganların kendileridir. (Tövbe,10) Ayetlerde müşriklerin saldırgan kişiliklerine işaret edilmektedir. Onlar ancak aciz kaldıkları ve Müslümanlara galip gelemeyeceklerini anladıkları anlarda Müslümanlarla antlaşma imzalarlar. Şayet galip geleceklerine inansalar, Müslümanlarla kendileri arasındaki hiçbir antlaşmaya veya sözleşmeye itibar etmeden veya Müslümanlara olan kötü niyetlerini gerçekleştirmek için mevcut antlaşmayı engel kabul etmeden yapacaklarını yaparlar. Onlar hiçbir antlaşmaya riayet etmezler.

Her konuda olduğu gibi, ahde vefada da tüm insanlık için prototip olan İslâm Peygamberi’nin şu hareketi her türlü takdirin üstünde olsa gerek: Hudeybiye Barış Antlaşması’ndaki şartlardan biri de, Mekke’den Medine’ye gidecek Müslümanların talep edilmesi halinde Mekkelilere geri verilmesiydi. Anlaşma yapıldıktan sonra, Ebû Cendel, Mekke’de hapsedildiği zindandan kaçmış ve zincirli bir vaziyette Medine’ye ulaşmıştı. Onu bu halde gören Müslümanlar üzüntüden sarsılmıştı. Ancak Rahmet Peygamber’i şöyle dedi: Ey Ebû Cendel! Sabret. Ahdimizden dönemeyiz. Allah sana yakında bir yol açacaktır. Bunun üzerine Ebû Cendel Mekke’ye geri gönderilmiştir.

Sonuç olarak, ahde vefa ilkesi, İslâm’da din kardeşliğinin gerektirdiği yardımlaşma hakkı ve Müslümanlara bu konuda yüklenen sorumluluktan da ağır basmaktadır. Kısacası, verilen sözde durmak, Allah’ın kesin emridir. Fakat karşı tarafın yapılan anlaşmayı bozduğu nesnel olarak fark edilince Müslümanların da gafil avlanmamaları için anlaşmayı bozup tedbir almaları gerekir.

Akdedilen barışı ilk fesh edenler Müslümanlar olamazlar ve olmamalılar da. Fakat antlaşmayı bozanlara misliyle cevap verilir. Yani, Kur’ân-ı Kerîm’in bu ilkesiyle, mevcut antlaşmaya güvenerek emniyet içinde yaşayan toplumlara zalimce ve adi baskınlar tertiplenemez. Şu hususun altını çizmek gerekir: Beşeriyet böyle yüce bir ideale ve ilkeye sahip değilken, Kur’ân-ı Kerîm’in bu ve benzeri ilkeleri M.VII. yüzyılda getirmiş olması onun insanî ilişkilere ne kadar önem atfettiğinin açık göstergesidir.

Devletlerin uymak zorunda olduğu uluslararası yükümlülükleri olduğu gibi, ayrıca ikili antlaşmalardan doğan hak ve sorumlulukları da vardır. Bugün BM, AGİK, Helsinki ve Viyana Sözleşmesi gibi pek çok ülkenin imzalayıp uymayı taahhüt ettiği sözleşmeler yanında ekonomik, siyasî, kültürel ve askerî alanda bloklar arasında ya da ikili düzeyde anlaşmalar da mevcuttur.

Kısaca, yapılan anlaşmalarla ilgili olarak, uluslararası ilişkilerin sağlıklı bir biçimde cereyan etmesi için, verilen sözde durmak yani ahde vefa göstermek son derece mühim bir hadisedir.

Ayrıca, yapılan akitlere riâyet etmek, hukuk devletinin en önemli hususiyetini teşkil eder. Modern ulus-devletlerin, biri sosyallik, diğeri hukukîlik olmak üzere iki önemli niteliğinden bahsedilmektedir. Sosyallik, devletin, sadece bireylerin hukukunu değil, toplumun da hak ve menfaatlerini gözetmesi, gerektiğinde toplum menfaatini, bireyin menfaatine tercih etmesidir. Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm de yönetimin sosyal vasfı üzerinde durmuş ve bağlayıcı ilkeler getirmiştir. Hukukilik ise, keyfiliğin, zorbalığın, fırsatçılığın yerine, hak, hukuk ve kanunların hakim olması demektir. Kur’ân-ı Kerîm, akitlere riâyeti imanın bir gereği sayarak ve insanlar arasında adaletle ve hukuka uygun hükmetmekle de hukukilik ilkesini benimsemiştir.[3]

AHİTLERİ YERİNE GETİRMEK

*YAPAMAYACAĞIN İŞLER İÇİN KİMSEYE SÖZ VERME. WASHİNGTON

Allah’a, insanlara ve uluslara verilen her söz ve taahhüt bir sorumluluğu gerektirir. Ahde vefa göstermeyenler Allah’a karşı sorumludurlar: ...Antlaşmayı yerine getirin. Çünkü verilen sözden dolayı hesap sorulacaktır. ( İsrâ, 34)

Sözleştiğiniz zaman Allah’ın ahdini yerine getirin. Yeminleri pekiştirdikten sonra bozmayın, çünkü Allah’ı kendinize kefil göstermişsinizdir. Allah yaptıklarınızı bilmektedir. Bir milletin diğer bir milletten daha çok olmasından dolayı, ipliğini iyice eğirip katladıktan sonra örgüsünü bozan kadın gibi, yeminlerinizi, birbirinize karşı dolap çevirmeye alet etmeyin. Allah onunla sizi denemektedir. Aranızda anlaşmazlığa düştüğünüz şeyi kıyamet günü elbette size açıklayacaktır. (Nahl, 91-92) Ayetlerden anlaşıldığına göre, antlaşma yapan taraflar arasındaki güç dengesi ne olursa olsun, temel ahlâkî ilke, verilen sözün mutlaka yerine getirilmesidir. Kendinden güçlü olana verilen sözü yerine getirip, zayıf olana verilen söze riayet etmemek, ahlaksızca bir tutumdur. Bu ilke, aynı zamanda bireysel ilişkilerde büyük-küçük arasında da dikkat edilmesi gereken temel ve ahlâkî bir düzenleyici ilkedir. Ayrıca, verilen söz ve yapılan antlaşmalara riâyet hususunda Allah kefil tutulmuş olduğundan, antlaşmanın gereğini yerine getirmemek Allah’a karşı işlenmiş büyük bir suçtur. Kısaca, bu âyetler, kişinin Allah’a olan inancından dolayı manevî, ahlâkî, toplumsal ve uluslararası ilişkilerdeki sorumluluklarına işaret ettiği gibi, aynı zamanda insanların birbiriyle yaptıkları bütün sözleşmelerin, bütün antlaşmaların ilke olarak Allah’la yapılmış sayılacağını ve dolayısıyla bunlara tam bir riayet gerektirdiğine dikkat çeker.

Zikredilen âyetlerden de anlaşıldığı üzere, Kur’ân, sözde durmayı ve antlaşmalara riâyeti imanın bir gereği saymıştır. Bu sebeple Kur’ân, aldatma ve art niyetlerle antlaşmalar yapmayı ve yapılan anlaşmaları menfaat beklentisi ile vefasızlık gösterip ihlal etmeyi kesinlikle yasaklamıştır. Günümüzde yapılan antlaşmaların zaman zaman ihlali için gerekçe olarak gösterilen “devletin âlî menfaati” de anlaşmalara riâyetsizlik hususunda meşru bir neden sayıl(a)maz. Bir devlet veya devletler topluluğu ile yapılan anlaşmayı, menfaat sağlamak veya büyük ve güçlü devletlerin yanında yer almak düşünceleriyle ihlal etmek, anlaşmaları aldatma ve ihanete vesile yapmak kesinlikle yasaklanmıştır. Nitekim, biraz önce yukarıda meâllerini verdiğimiz âyetler aynı zamanda bu konunun da altını çizmektedir. Bu konuda bir başka âyet ise şöyledir: Yeminlerinizi aranızı bozan bir şey yapmayın, sonra sağlam basmış olan ayak, kayar ve Allah’ın yoluna engel olduğunuzdan dolayı kötülüğün cezasını tadarsınız ve büyük bir azaba uğrarsınız. (Nahl, 94)

Allah’ın insana verdiği sözün yerine getirilmesi, insanın Allah’a verdiği sözün yerine getirilmesine bağlıdır. Kur’an’da kurtuluşa eren ve cennete girecek müminlerin nitelikleri sayılırken; Mü’minler emanetlerini gözeten ve sözlerini yerine getirenlerdir. (Mü’minûn, 8) buyurulmakta ve bu âyette inananların çok önemli iki niteliği birlikte zikredilmektedir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, aht, Allah-insan ve insan-insan arasında yapılan tüm anlaşma, sözleşme ve söz vermeleri kapsar. Kur’ân, toplumların sağlam ve güvenilir ahlakî ilkeler üzerine inşa edilmesini istediği için özellikle emanete riâyetin ve ahde vefânın önemini tekrar tekrar vurgulamaktadır.

Kur’ân, ahde vefaya sadakat gösteren yagane varlığın Allah olduğunun ayrıca altını çizer: ...Allah’tan başka kim verdiği sözü tutabilir?.. (Tövbe, 111.)

Hz. Peygamber de verilen sözün önemi üzerinde titizlikle durmuş ve sözde durmayı ve antlaşmalara riâyeti imanın bir gereği ve dinî bir görev saymıştır. Bu konuda Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Emanete riâyeti olmayanın imanı yoktur, sözünde durmayanın da dini yoktur. (A. b. Hanbel, Müsned, III, 135, 154, 210, 251.)

ALLAH’A VERİLEN AHDİ BOZMAK

*AĞIR SÖZ VEREN, HIZLI İŞ YAPAR. ROUSSEAU

Kur’an’da, verilen sözün yerine getirilmemesi Allah katında en çirkin davranışlardan biri hatta önde geleni olarak takdim edilmektedir: Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz. Yapmayacağınız şeyi söylemeniz Allah katında büyük öfkeye sebep olur. (Saf, 3) İşte bundan dolayı olsa gerek ki, Allah adına verilen ahdin bozulmaması istenmiştir. Allah ile yaptıkları antlaşmaya sadık kalanlara büyük ödüller vaad edilmiş, Allah’a karşı ahitlerini hiçe sayanların âhirette hiçbir nasip alamayacakları haber verilmiş ve verdikleri sözü yerine getirmeyenler bozguncu (fasık) olarak nitelendirilmişlerdir: Onlar öyle sapıklar ki, kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler, Allah’ın ziyaret edilip hal ve hatırının sorulmasını istediği kimseleri ziyaretten vazgeçerler ve yeryüzünde fitne ve fesat çıkarırlar. İşte onlar gerçekten zarara uğrayanlardır. (Bakara, 27; Ra’d, 25.) Bu veciz âyet anlam bakımından çok zengindir. Bu bakımdan iki insan arasındaki ilişkiden, uluslararası ilişkilere kadar bütün ahlâkî durumları içerir. Bu âyete göre, Allah’ın insanlara korunmasını emrettiği ilişkileri kesmek, kaos ve düzensizliğe neden olur. Çünkü sadece bu ilişkiler, insanları Allah’a ve birbirlerine bağlayabilir. “İlişkileri kesmek” ifadesi aynı zamanda “onları kötüye kullanmak” anlamına da gelir. Çünkü bu bağlar doğru bir biçimde gözetilmediği sürece aynı sonuçlar ortaya çıkar. Bundan dolayı Kur’ân, sadece bu bağların kesilmesini değil, dünyada karışıklık, kaos ve düzensizliğe sebep olduğu için kötüye kullanılmasını da yasaklar.

Allah’a verdikleri sözü yerine getirmeyenlerin daha ziyade Yahudi ve Hıristiyanlar olduğunu Kur’ân haber vermektedir. Bu, onların belirgin özelliklerindendir. Allah’a verdikleri sözü yerine getirmemiş, ahitlerini ihlal etmiş ve bunu alışkanlık haline getirmişlerdir. Ehl-i Kitab’ın, ahitlerini çiğnedikleri, Allah’ın âyetlerini reddettikleri, peygamberleri haksız yere öldürdükleri ve ‘Kalplerimiz kapalıdır’ demeleri sebebiyle lanetlendikleri ve kalplerinin mühürlenip katılaştırıldığı açıkça ifade edilmektedir. İsrâiloğulları, Hz. Mûsâ’ya karşı gelmelerinden ötürü üzerlerine çöken Allah’ın azabının kaldırılmasını istemeleri üzerine, Hz. Mûsâ da onlara, Allah’a verdikleri sözü hatırlatmıştır. Çünkü özellikle Yahudiler ne zaman Allah’a söz vermişlerse, içlerinden çoğu bu ahdi bozmuştur. Allah, Hıristiyanlardan da ahitler almış, fakat onlar da sözlerinin bir kısmını unutmuşlardır. Kur’ân’da önceki bütün ümmetlerden ahitler alınmış olmasına rağmen, özel olarak Hz. Muhammed’in ümmeti adına bir ahitten bahsedilmemektedir.

Kur’ân ahde vefa konusunda son derece titiz davranır ve bu hususta asla müsamaha göstermez. Çünkü, ahde vefa, ferdî, toplumsal ve uluslararası hayatı birbirine bağlayan en güçlü bağ ve güven unsurudur. O olmazsa toplum dağılır ve mahvolur.

İnsanlar arası ilişkilerde güven unsurunun hâkim olabilmesi için yegane garanti vasıtası ahde vefâdır. Bu güven olmadan veya sağlanmadan toplum hayatı mümkün olmaz, insanlık yapısı geliştirilemez. Bu yüzden, Allah Teâlâ, Kur’an’da, insanların toplum hayatının gereği olarak birbirleriyle yaptıkları sözleşmelerin esaslarına uygun hareket etmelerinin, verdikleri sözleri mutlaka yerine getirmelerinin önemi üzerinde ısrarla durur.

Kur’ân-ı Kerîm, ahde vefayı emreder. Buna karşın ahdi bozmayı ve yapılan tüm antlaşmaları hiçbir nesnel gösterge olmadan bozulmasını yasaklar. Bunu bazı örneklerle izah eder. Bazı kişilerin veya ulusların ahitlerini bozarken kendilerince gösterecekleri gerekçeleri de reddeder.

Kur’ân, ahdi bozan fertleri kınadığı gibi, toplumları/devletleri de kınar. Bir toplumun bir veya birkaç devletle antlaşmalar imzalayıp, sonra da güçlü ve nüfuzlu devletlerin diğer saflarda yer aldığını ileri sürerek antlaşmalarını bozmasını ve bunda devletin menfaatinin sözkonusu olduğunu ileri sürmesini de kabul etmez ve mutlak şekilde ve şartlar ne olursa olsun yapılan antlaşmaya sadık kalınmasını ister.

Ahde vefanın Müslümanların karakteristik özelliklerinden olduğunun altını çizen Kur’ân-ı Kerîm, gerek insanlar arası ilişkilerinde olsun ve gerekse uluslararası ilişkilerinde olsun ahde vefaya ayrı bir önem atfeder. Başka bir ifadeyle, Kur’ân-ı Kerîm, ahde vefayı, insanın bireysel ve toplumsal hayatının önemli ve uyulması zorunlu unsurlarından biri olarak telakki eder. Dolayısıyla ahde vefa göstermek, hem Allah-insan ilişkilerinin hem de uluslararası ilişkilerin temel unsurlarındandır.

Son söz olarak ahit, insanoğlu için vazgeçilmez olan, onsuz yaşamın mükemmel olamayacağı çeşitli antlaşmaları, sözleşmeleri içeren kapsamlı temel bir ahlâkî bir ilkedir. [4]

KISSA VE HİKAYELER

ALLAH BENİ AZARLADI

* AĞZINDAN ÇIKAN SÖZLER, ŞEKERDEN DAHA TATLI OLSUN; BÖYLECE BEY-KUL,

BÜYÜK-KÜÇÜK, HEPSİ SANA BOYUN EĞER. KUTADGU BİLİG

Bir rum savaşçı ile Abdullah ibn-i Mübârek Efendimiz Hazretleri savaşta karşılaşmışlar... Adam zorlu... Bizim Abdullah ibn-i Mübârek Hazretleri efsânevî bir şahsiyet, çok çok mücâhid, silâhşörlükte bir tane; ok atmakta, kılıç kullanmakta, ata binmekte şâhâne bir kahraman, bahadır insan ama, karşı tarafı yenememiş. Bakmış, namazın vakti geçme durumunda; demiş ki:

-Ara verelim savaşa!

-Niye? demiş karşı taraftaki.

-Ben müslümanım, ibadetim var benim, namaz kılacağım! demiş.

Demek ki, çat pat dillerini de biliyorlar birbirlerinin.

-Senin ibadetin varsa, benim de var... Olur, demiş.

O o tarafa çekilmiş, bu bu tarafa çekilmiş. Derenin kenarına gitmiş Abdullah ibn-i Mübarek, abdest almış, namaz kılmış, dua etmiş.

Sonra aklına gelmiş:

-Yâhu, şimdi bu karşıdaki adam atından indi, ben de atımdan indim. Saldırayım şunun üstüne; atının üstündeyken haklayamadım, aşağıdayken haklayayım şunu! demiş.

O anda aklına bir ayet geliyor birden: İnnel-ahde kâne mes'ûlâ Ahdinden Allah insana sorgu sorar haa!.

Osmanlı hiç bir anlaşmasına hıyanet etmemiştir. Avusturyalılar, şunlar, bunlar; hepsi kendilerini kuvvetli gördü mü, anlaşmayı bozmuşlardır. Osmanlı ahdine riayet etmiştir. Neden?.. Ahid önemli bir şey.

(İnnel-ahde kâne mes'ûlâ) ayet-i kerimesi hatırına gelmiş. Adam arif adam, biliyor aklına getirenin Allah olduğunu, başlamış ağlamaya... Asker adam ağlar mı, mücahid insan ağlar mı?.. Başlamış ağlamaya, hüngür hüngür ağlıyor, gözlerinden yaşlar dökülüyor.

Karşıdaki adam şaşırmış. Göz ucuyla o da onu takib ediyor tabii, ikisi düşman birbirine...

-Ne ağlıyorsun be?.. Niye ağlıyorsun, ölümden mi korktun, ne oldu?.. diye sormuş.

Demiş ki:

-Senin yüzünden Rabbim beni azarladı.

-Benim yüzümden niye azarladı seni?..

-Sen şimdi attan inmiş olduğun için, fırsat bu fırsattır diye sana yerde saldırmayı düşündüm. Silâhını kuşanmadan, atına binmeden sana saldırmayı düşündüm. Gerçi aramızda mesafe var, ben senin yanına gelinceye kadar sen de silahını eline alırsın filân ama, anlaşmayı öyle yapmamıştık. Ben sana saldırmayı düşününce (İnnel-ahde kâne mes'ûlâ) ayeti hatırıma geldi, o işareti aldım. Bu benim için bir azardır. Ben buraya, savaşa ne için gelmiştim; cihad etmek sevaptır diye gelmiştim, Allah'ın rızasını kazanmak için gelmiştim, şimdi azar işittim. demiş.

Öyle deyince adam şöyle bakmış, kalbi yumuşamış:

-Şehadet ederim ki Allah birdir, siz haklısınız. Eşhedü en lâ ilhahe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlühû demiş, müslüman olmuş.

Allah nasib etmiş demek ki, öldürülmemesi de ondan... İmana gelecek, İslâm ordusunda yerini alacak.[5]

GARİP KARŞILANAN BİR ADAK

*SÖZÜ GÜZEL VE İYİCE DÜŞÜNEREK SÖYLE; ANCAK SORULDUĞU ZAMAN SÖYLE VE KISA KES.

KUTADGU BİLİG

Allah dostlarından biri olan Abdullah Kalanisi (K.S.) bir defasında gemi ile yolculuk ederken şiddetli bir fırtınaya yakalandı. Gemide bulunan yolcu ve mürettebat dua ettiler ve birer adakta bulundular.

Abdullah Kalanisi'nin de bir adakta bulunması için kendisine işaret ettiler:

- Ben şu fani dünyadan alakamı kestim. Beni böyle işlere karıştırmayın, dediyse de dinlemediler ve adakta bulunması için ısrar ettiler.

Onların bu kadar ısrarları karşısında Abdullah Kalanisi:

- Eğer Allah beni buradan sağ salim kurtarırsa ben fil eti yemeyeceğim, diye onlara göre garip bir adakta bulunur.

Gemi mürettabatı ve yolcular:

- Hiç insan fil eti yer mi? Neden böyle garip bir adakta bulunuyorsun? dediler ve kendi aralarında bu zatın akli dengesinin yerinde olmadığına hükmettiler. Bu konuşmalara kulak misafiri olan Abdullah Kalanisi:

- Şu anda gönlüme gelen budur. Ben de bu şekilde adakta bulundum, dedi.

Cenab-ı Hak onları şiddetli fırtınadan kurtarıp karaya çıkardı. Orada günler geçmesine rağmen yiyecek bulamadılar. Açlıktan yıkılacak bir haldeyken bir fil yavrusu gördüler. Hemen onu öldürüp etini yemeğe başladılar, Abdullah bin Kalanisi ahdine ve adağına sadık kaldı ve fil etinden yemedi.

Onlar:

- Burada zaruret var. Biz zaruret olduğu için yiyoruz. Sen de ye!, dediler.

Fakat Abdullah bin Kalanisi onların sözlerini hiç dinlemedi, gerçekten aç olmasına rağmen yine de fil etinden yemedi. Onlar fil etini yiyince aniden üzerlerine bir uyku hali çöktü ve uyuyakaldılar. Biraz sonra fil geldi. Yavrusunun kemiklerini orada görünce, önce uyuyanları tek tek kokladı. Üzerinde yavrusunun kokusu bulunan herkesi öldürdü. Sonra Abdullah bin Kalanisiye geldi. Onda koku bulamayınca sırtını çevirdi ve sırtına binmesini işaret etti. O da filin sırtına bindi. Onu bilmediği bir yere götürdü. Orada sırtında indirdi. Seher vakti bir cemaat ile karşılaştılar, cemaat onu alıp evlerine götürüp, misafir ettiler.

İşte ahde vefa ve onun güzel bir neticesi.[6]



[1] Derleyen, YETER Hasan Vehbi, Emekli öğretmen, Honaz / 2007

[2] Amel-i Salih Testi, Abdullah Sevinç, Gonca Yayınevi, İstanbul, 2000 / 283

[3] Zülfikar Durmuş, Yrd. Doç. Dr., İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

[4]Zülfikar Durmuş, Yrd. Doç. Dr., İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.

[5] İnternet, Esad Coşan

[6] Dini Hikayeler, Bayram Altan

Hiç yorum yok: