MEMUR OLMAK[1]
* İNSAN NE SÖYLEDİĞİNİ BİLMELİ, FAKAT HER BİLDİĞİNİ SÖYLEMEMELİ. NAMIK KEMAL
Memur; Emir almış, vazifelendirilmiş, tayin edilmiş vazifeli, görevli anlamlarındadır. Emir altında olan, emir ile hareket eden kişidir. Devlet hizmetinde çalışan, aylık alan kimsedir. Devletin süreklilik isteyen işlerinde aylıklı çalışanlara denir. Yasalara göre sorumluluğu ve yetkisi olan, Bir amirin emri altında bulunanlardır.[2]
Memuriyet sorumluluk gerektirir. Herkes her görevi yapamaz. Görev layık olana verilmelidir. Zaten Peygamberimiz Hazreti Muhammed Sallallahü Aleyhi ve Sellem efendimiz de daima yapılacak işe göre insan tayin ederdi. Birgün Hazreti Ebu Zer Peygamber Efendimiz’den kendisini bir memuriyete tayin etmesini istedi. O zaman Peygamber Efendimiz O’na:
-Ya Eba Zer, sen zayıf yaradılışlısın, memuriyet sorumluluk gerektirir, diyerek O’na görev vermedi.
Şüphesiz her insan belli görevlerle yükümlü olduğu gibi bir takım haklara da sahiptir. Görevlerini süisti'mal etmeyen her kimse haklarını da kullanma yetkisine maliktir. Ancak haklar da olsa kullanılırken, bazı kurallara uymak şüphe yok ki, çok önemlidir. Meselâ: Çalışma saati bittiği bir anda işi bırakıp gitmek başka; Âmirine, “efendim, vaktim tamam, müsaadenizle gidebilir miyim?” diyerek ayrılmak daha başkadır.
Bir toplum ile onları yöneten ve teşkilatlandıran yönetici arasındaki emir ve idare biçimini göstermekte olan bu âyet-i kerîme; aynı zamanda Allâh Teâlâ’nın mü'min kullarına, herhangi bir yere girerken izin istemelerini emrettiği gibi ayrılırken de izin istemeyi işaret buyurduğu bir nezaket kuralıdır. Bilhassa Rasûlullâh (sallâllâhü aleyhi ve sellem)'la önemli bir toplantıda iken mutlaka izin almadan ayrılmamak gerektiğine de işaret etmektedir. Dolayısıyla yönetim kademesinde bulunan her insanın Âmirleriyle münasebetlerinde sevgi ve saygının devamı için görev yerinden izinsiz ayrılmaması gerekmektedir.
Bir savaşta kumandanından izin almadan yerini terk etmenin ne kadar vahim neticeler doğuracağı muhakkaktır. Âmirinden izin almadan yerinden ayrılmak, belki o derece olmasa bile, en azından karşılıklı güven ve sadakati zedeleyeceği için önemlidir. Bu nedenle işyerinden ayrılırken işçinin, dairesinden ayrılırken memurun, sınıfından ayrılmak istediği zaman öğrencinin... Âmiri durumunda olan kimseden izin aldıktan sonra ayrılması bu âyet ile te'dip olunmuş ilâhî bir muaşeret kaidesidir.
Memur, Âmirinden izin almadan görev yerini terketmemelidir.
Verilen görevi en iyi şekilde yerine getirmeli, bugünün işini yarına bırakmamalıdır.
İzin almadan ve haber vermeden Âmirin makamına girmemelidir.
KISSA VE HİKAYELER
ÜÇ ÜZÜM TANESİNE ÜÇ KÜP ALTIN
* NE OLDUM DEME, NE OLACAĞIM DE. ATASÖZÜ
İbrahim Ağa, üç gündür hep aynı rüyayı görüyordu:
-Senin kısmetin Bağdat'ta, büyük meydandaki köprünün başında bulunan hurma ağacına sarılmış asmadadır. Git, o çubuktan üzüm ye, o ağaçtan hurma al. Kısmetin açılsın! İbrahim Ağa,
-Arka arkaya devam eden bu rüyalarda bir hikmet olsa gerek, şeytanî olsa tekrar edip durmazdı! Diye düşündü.
İbrahim Ağa, haram yemeyen, dini hayatim bilinçli şekilde yaşayan bir İstanbulluydu. Başa giyilen takke yapar, Takkeciler Çarşısı'ndaki dükkanında da bunları satıp geçimini sağlardı. Bu yüzden ona Takkeci İbrahim Ağa derlerdi. Neticede vesveselerini yendi ve Bağdat'ın yolunu tuttu. Aylarca süren bir yolculuktan sonra Bağdat'a vardı. Nihayet rüyada gösterilen meydandaki hurma ağacını ve ona sarılmış asmayı gördü. Ağacın dibine varıp, bir kaç hurma ve üzüm yedi. Kısmetini almış ve yol yorgunluğunu gidermek amacıyla, müsait bir köşede yatıp uykuya daldı. Bir ara rüyasında, karşısında ak sakallı bir ihtiyar belirdi. Hem gülümsüyor, hem de soruyordu:
-Üç üzüm tanesi için tâ İstanbul'dan buraya gelinir mi?
İbrahim Ağa cevap verdi:
-Ne yapayım, her gün rüyamda, senin kısmetin Bağdat'tadır. Git, meydandaki üzüm ve hurmadan ye, kısmetin ondan sonra açılacak, diye ısrar ettiler.
Aksakallı zat bu sözlere kahkahayla güldü:
- Birader, sen de ne kadar safmışsın? Rüyada böyle dediler diye insan bu kadar yolu göze alır mı? Bana da kaç defadır benzerini söylüyorlar. İstanbul'un Topkapı semtinde İbrahim Ağa adında bir takkeci varmış, evinin kömürlüğünde üç küp altın gömülüymüş, git eşip al, diyorlar. Ben bu söze güvenip de yola düşüyor muyum?
Heyecanla uykudan gözlerini açan İbrahim Ağa, işin içindeki hikmeti anlar gibi oldu. Hemen gerisin geriye döndü. İstanbul'daki evine geldi. İlk işi kömür kırmak bahanesiyle kömürlüğe girip, bodrumu eşmek oldu. Daha ilk kazmada küpleri buldu, ama birden çıkarmaya cesaret edemedi.
Düşünmeye başladı. Hanım bilse mi, bilmese mi?.. Acaba bilse bunu etrafa ilân eder mi, etmez mi? "Hânımı bir imtihan edeyim, sonra karar veririm" diye düşündü. Sabah hanımını çağırıp dedi ki:
-Bu gece beni müthiş bir karın ağrısı tuttu, nihayet sabaha karşı işte şu yumurtayı yumurtladım, sakın kimselere söyleme. Başıma bu da geldi.
Kümesten aldığı yumurtayı hanımına gösterdi.
Kadıncağız, kocasına söz verdi:
- Efendi, ben sır saklarım, kimselere söylemem, sen rahat ol, dedi.
Ama o gün öğle namazına giderken İbrahim Ağa'yı görenler, tavuk gibi gıdaklamaya başlıyordu. Kimi görse, hemen:
-İbrahim Ağa, gıt gıdak! Gıt gıdak!.. diye takılıyordu. Meğer geveze kadın, sabredememiş; "Hû! Bizimki bu gece bir yumurta yumurtladı, sakın kimseye söylemeyin." Diyerek haberi herkese duyurmuştu.
İbrahim Ağa anladı ki, bu kadın bu işi saklayamayacak. Gizlice ustalarla anlaştı. Topkapı' nın girişine yakın yerdeki bugün halen hizmette bulunan Takkeci İbrahim Ağa Camii'ni inşa ettirmeye başladı. Böylece hazinenin tek kuruşunu bile şahsına sarf etmeden bu ibadethaneye kullandı. Hanımı Emine Hanım, kızı Ayşe, oğulları Halil Çavuş ile Mustafa Subaşı olayı çok sonra öğrendiler. 1597 yılında tamamlanan bu şirin cami, çinicilik sanatının da değerli örneğini yaşatan tarihî bir eser olarak halen hizmet vermeye devam etmektedir.
Takkeci İbrahim Ağa, caminin tamamlanmasından iki yıl sonra ebedi âleme göçtü. Kendi gitti, ama eseri geride baki kaldı.[3]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder