22 Ağustos 2008 Cuma

TEBLİĞİ ÖĞRENMEK

TEBLİĞİ ÖĞRENMEK[1]

*SİZDEN BİR KİMSE ÇİRKİN BİR İŞ GÖRÜRSE, ONU ELİYLE DÜZELTSİN. EĞER BUNA GÜCÜ YETMİYORSA, DİLİYLE DÜZELTSİN. BUNA DA GÜCÜ YETMİYORSA KALBEN NEFRET ETSİN. BU İSE İMANIN EN ZAYIF DERECESİDİR. HZ. MUHAMMED (S.A.V.)

Allâh Teâlâ, Resûlü’nü insanlar arasından seçerek, İslâm’ı kullarına tebliğ edip öğretmek üzere vazîfelendirmiştir. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz bu husûsta eşine rastlanmaz bir azim, fedâkarlık, sabır ve sebât örneği sergilemiştir.

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- ümmetine karşı taşıdığı şefkât ve merhamet hisleri sebebiyle, onların en uzaklarda olanlarına dahî hakîkati ulaştırmak ve İslâm ile selâmete ermelerini temin etmek için çırpınırdı. Bu sebeple bir çok sahâbîsini de muhtelif yerlere dâvetçi olarak göndermişti. Hz. Ali -radıyallâhu anh-’ı böyle bir vazîfe ile gönderirken şu tavsiyede bulundu:

Allâh’a yemin ederim ki, Cenâb-ı Hakk’ın senin vâsıtanla bir tek kişiyi hidâyete kavuşturması, (en kıymetli dünya nimeti sayılan) kırmızı develere sâhip olmandan daha hayırlıdır. (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 9)

Sevgili Peygamberimiz’in şu hadîs-i şerifi de İslâm’ı tebliğde gayret sarfeden Müslümanlara ne güzel bir müjdedir:

Hidâyete dâvet eden kimseye, kendisine tâbi olanların sevabı kadar sevap verilir. Bu onların sevaplarından da bir şey eksiltmez. (Müslim, İlim, 16)

Resûlullâh’ın aldığı vahyi, öğrendiği hakîkatleri tebliğ etmedeki aşk ve şevki ile alâkalı olarak İbn-i Abbâs şöyle demektedir: Efendimiz, bütün insanların îmân etmelerini, kendisine hidâyet üzere biatta bulunmalarını çok istiyordu. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak ona, ancak Allâh’ın ezelî ilminde bahtiyâr yazılan kimselerin îmân edeceğini, bedbaht olanların ise sapıklığa düşeceklerini bildirdi ve şu âyeti inzâl etti:

(Ey Habîbim!) Onlar îmân etmiyorlar diye neredeyse kendini telef edeceksin! Biz istesek, onların üzerine gökten bir mu’cize indiririz de ona boyun eğmek zorunda kalırlar. (Şuarâ 3-4)

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- kendisi ile ümmetinin durumunu şu misalle ne güzel anlatmaktadır;

Benimle insanların durumu şu temsile benzer: Bir kimse ateş yakar. Ateş etrafı aydınlatınca pervâneler ve ateşe koşan diğer bir kısım hayvanlar kendilerini ona atmaya başlarlar. Adamcağız bunlara mâni olmak için var gücüyle gayret gösterir. Ancak onlar galebe çalarak pek çoğu ateşe atılırlar. Ben (tıpkı o adam gibi) ateşe düşmemeniz için sizi belinizden yakalıyorum, ancak siz ateşe atılmak için koşuyorsunuz! (Buhârî, Rikâk, 26)

Müş­rik­ler, Ebû Tâ­lib vâ­sı­ta­sıy­la Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-e ha­ber gön­de­re­rek dâ­vâ­sın­dan vaz­geç­me­si­ni is­te­miş­ler, bunun karşılığında da ne istiyorsa kendisine vereceklerini bildirmişlerdi. Bu­nun üze­ri­ne Allâh Resûlü am­ca­sı­na, bu husûstaki azim ve gayretini ortaya koyan şu muhteşem ce­vabı verdi:

- Am­ca! Vallâhi, Al­lâh’ın dî­ni­ni teb­liğ­den vaz­geç­mem için gü­ne­şi sağ eli­me, ayı da sol eli­me ko­ya­cak ol­sa­lar, ben yi­ne de bu dâ­vâ­dan vaz­geç­mem! Al­lâh Teâlâ ya onu bü­tün ci­hâ­na ya­yar, va­zî­fem bi­ter; ya da bu yol­da ölür gi­de­rim! Sonra da mübârek gözleri yaşardı ve ağladı. (İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 64)

O, İslâm’ı yaymak için kapı kapı dolaşır, tekrar tekrar anlatır ve eline geçen her fırsatı değerlendirirdi. Bıkmak, usanmak nedir bilmezdi. En acımasız düşmanlık edenlere bile aynı hakîkatleri defâlarca anlatmıştı. Buna misâl olabilecek bir müşâhedesini Muğire bin Şûbe şöyle anlatır:

Ben ve Ebû Cehil Mekke sokaklarından birinde giderken Allâh Resûlü ile karşılaştık. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ebû Cehil’e:

-Ey Ebu’l-Hakem! Gel Allâh’a ve Resûlü’ne tâbî ol da senin için Allâh’a duâ edeyim? buyurdu. Ebû Cehil:

-Yâ Muhammed! Sen yine ilâhlarımıza dil uzatacak, onlara tapmaktan bizi men edeceksin, değil mi? Yemin olsun ki söylediğin şeylerin gerçek olduğunu bilseydim sana tâbî olurdum! dedi. Efendimiz ayrılıp gidince de bana dönüp:

-Vallâhi ben iyi biliyorum ki onun söyledikleri hak ve gerçektir!... dedi.

Daha sonra Ebû Cehil imân etmemesinin, kabileler arası üstünlük sağlama yarışından ve kıskançlık yüzünden olduğunu uzun uzun anlatmıştır. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 113)

Abdullah bin Cahş -radıyallâhu anh- Nahle Seferi’nde bazı esirler almıştı. Bunların içinde Hakem bin Keysan da vardı. Fahr-i Âlem Efendimiz Hakem’i İslâm’a dâvet etti. İslâm’ı bütün yönleri ile uzun uzadıya anlattı. Şüphelerini yok etmek için defâlarca tekrâr etti. Efendimiz’in bu kadar gayret sarfetmesi karşısında Hakem’in Müslüman olmadığına öfkelenen Hz. Ömer:

-Yâ Resûlallâh! Bununla ne diye konuşup durursun? Vallâhi o hiç bir zaman Müslüman olmaz! Müsâade et boynunu vurayım da cehenneme gitsin, dediyse de Peygamber Efendimiz Hakem’e İslâm’ı anlatmaya devâm etti. Hakem, “İslâm nedir?” diye sordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz:

- Allâh’a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ibâdet etmen ve Muhammed’in de O’nun kulu ve resûlü olduğuna şehâdet getirmendir! buyurunca Hakem:

-Müslüman oldum! dedi. Bunun üzerine Allâh Resûlü ashâbına dönerek:

-Eğer ben, biraz önce size uysaydım, o şimdi cehenneme gitmişti! buyurdu. (Vâkıdî, I, 15-16)



[1] Derleyen, YETER Hasan Vehbi, Emekli öğretmen, Honaz / 2007

Hiç yorum yok: