24 Ağustos 2008 Pazar

ZAHİT OLMAK

ZAHİT OLMAK[1]

*Kırk hırsız bir çıplağı soyamamış. TÜRK ATASÖZÜ

Zühd; Şüpheli olmak korkusu ile mübâh şeylerin çoğundan sakınmak. İsteksizlik, aza kanaat. Terim olarak, dünyaya ve maddî menfaate değer vermemek, çıkarcı, menfaatperest ve bencil olmamaktır. Kalpte dünya ve çıkar kaygısı taşımamak, kanaatkâr olmak demektir. "Elde olan dünyalığa sevinmemek ve elden çıkana üzülmemek, elde bulunmayan şeyin gönülde de bulunmamasıdır" şeklinde de tarif edilir.

Zühd sahibi olanlara; zahid denilir. Zühd, dünyayı tamamen terk edip çalışmayı bırakmak, dünya nimetlerine sırt çevirip, kuru ekmek yiyerek aba giymek değil, lezzet verici şeyleri azaltmak, onlara dalmamaktır. Başka bir ifadeyle: Ahireti unutup, dünyaya esir olmamaktır.[2]

Bütün haram olan şeyler ile berâber, mübâhları da, yâni günâh olmayan lezzetlerin çoğunu da bırakıp, yaşamak için zarûrî olan miktârını kullanmak zahitliktir.

Allah (Celle Celelüh) kullarının yararlanması için çeşit çeşit nimetler yaratmış, dünyayı güzellik ve lezzetlerle donatmıştır. Bunlardan yararlanmak herkes için olduğu gibi müslüman için de tabiî bir haktır. Ancak, müslümanın dikkat etmesi gereken husus, dünya nimetleri ve zevklerinden istifade etmek için, meşru olmayan yollara sapmamak, israf etmemek ve haramlara dalmamaktır. Müslüman meşru sınırlar içerisinde dünya nimetlerinden istifade ederken âhireti hiç bir zaman unutmamalı, asıl zevk ve nimetlerin orada olduğunu bilmelidir. Kısaca, âhireti unutup, dünyaya gönül vermemelidir.

Yüce Rabbimiz: Kur'an-ı Kerîm’de şöyle buyurmaktadır:

مَن كَانَ يُرِيدُ حَرْثَ الْآخِرَةِ نَزِدْ لَهُ فِي حَرْثِهِ وَمَنكَانَ يُرِيدُ حَرْثَ الدُّنْيَا نُؤتِهِ مِنْهَا وَمَا لَهُ فِي الْآخِرَةِمِن نَّصِيبٍ {20}

Her kim âhiret sermâyesini isterse, onun kazancını artırırız. Dünyâ sermâyesini isteyene de ondan veririz. Fakat onun âhirette bir nasibi olmaz. (Şûrâ, 20) buyurarak mânen terbiye ve tezkiye görmüş ruhların, gelip geçici dünyâ sermâyesine değil, ebedî âhiret sermâyesine tâlip olduklarını haber vermektedir.

Bu konuda Peygamberimiz Hazreti Muhammed Sallâllâhü aleyhi ve sellem efendimiz şöyle buyurmaktadır:

Mes'ûd o kimsedir ki, dünyâ onu terk etmezden önce, o dünyâyı terk etmiştir. (Mârifetnâme)

Dünyâyı terk eyle ki, Allahü teâlâ seni sevsin! İnsanların malına göz dikme ki, herkes seni sevsin. (Mârifetnâme)

Zühd, kalbe ve bedene rahatlık verir; dünyâya rağbet ise, düşünce ve hüzün verir. (Câmi-üs-Sagîr)

Dünyânın her türlü zevk ve lezzetinden vazgeçip, bütün zamânını, ibâdet ile ve müslümanların rahatlarını ve İslâm dînini bilmeyenlerin, doğru yola kavuşmaları için; lâzım olan ilmî ve teknik usûlleri ve vâsıtaları, en ileri ve en üstün şekilde yapmak ve kullanmakla geçirmeli ve durmadan çalışmalı ve dünyâ zevkini böyle çalışmakta aramalı ve bulmalıdır. Eshâb-ı kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşlarının) hepsi ve büyüklerimizin çoğu, böyle idi. Dünyâyı, bu söylediğimiz şekilde terk etmek pek y üksek ve pek faydalıdır. Dünyâyı bu şekilde terkten maksad, İslâmiyet'in emrettiği şeyleri yapmak için, bütün râhatı ve zevkleri fedâ etmektir. (İmâm-ı Rabbânî)

Harâm ve şüpheli şeylerden kaçıp mübâhları kullanmak. Harâm ve şüpheli şeylerden kaçıp mübâhları kullanarak dünyâyı terketmek, hele bu zamanda çok kıymetlidir. (İmâm-ı Rabbânî)

Zühd, insanın kalbini dünyâ sıkıntılarından uzak tutar. Allahü teâlânın yüceliğini ve büyüklüğünü tanımayı, tövbe etmeği, te'min eder. (Hâris el-Muhâsibî)

KISSA VE HİKAYELER

SERİR

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in, kuru ağaç dalları ve hurma lifi ile birbirine sıkıca bağlanmak sûretiyle yapılmış bir serîri vardı. Efendimiz bu seririn üzerine oturur veya yatağını koyardı. Haz­ret-i Âi­şe -ra­dı­yal­lâ­hu an­hâ- der ki:

Mekke’de Ku­reyş­li­le­re, se­rîr üze­rin­de uyu­mak­tan da­ha hoş bir şey yok­tu. Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-, Me­dî­ne’ye gel­di­ği ve Ebû Ey­yûb’un evi­ne in­di­ği za­man, ona:

-Ey Ebû Ey­yûb! Si­zin bir se­rî­ri­niz yok mu? di­ye sor­du. Ebû Ey­yûb -radıyallâhu anh- da:

-Yok val­lâ­hi, de­di.

En­sâr­dan Sa’d bin Zü­râ­re, bu­nu ha­ber alın­ca, Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-’e di­rek­le­ri saç ağa­cın­dan ya­pıl­mış, üze­ri ke­ten lif­le do­kun­muş ve ha­sır ile kap­lan­mış bir se­rîr gön­der­di. Efendimiz, evi­ne ta­şı­nın­ca­ya ka­dar onun üze­rin­de is­ti­ra­hat et­miş, ken­di evi­ne ta­şın­dı­ğın­da da ve­fât­la­rı­na ka­dar o se­rî­ri kul­lan­mış­tı.

Ra­sû­lul­lâh -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem-, vefât ettiğinde bu se­rî­rin üze­ri­ne ko­nu­la­rak yı­ka­nıp ke­fen­len­miş ve bu se­rîr üze­rin­de iken cenâze namazı kı­lın­mış­tı. Halk, ölü­le­ri­ni ta­şı­mak üze­re onu, biz­den is­ter­ler ve onun­la te­ber­rük eder­ler­di. Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer’in ce­nâ­ze­si de onun üze­rin­de ta­şın­mış­tı. (Be­lâ­zü­rî, En­sâ­bu’l-eş­râf, I, 525)



[1] Derleyen, YETER Hasan Vehbi, Emekli öğretmen, Honaz / 2006

[2] Süleyman Uludağ, Kuşeyrî Risâlesi, 252 vd

Hiç yorum yok: