24 Ağustos 2008 Pazar

VEFALI OLMAK

Vefa; Sözünde durmak. Verilen sözü yerine getirmek, borcu ödemek, din ve akla uygun olarak gereken şeyi yerine getirip altından çıkmak demektir. Bu pek şerefli bir görevdir. Karşıtı sözünde durmamak, verilen sözü yerine getirmemektir ki bu haramdır. Eski dostluğu korumaya da vefakarlık denilir. İnsan vefalı olmalı, dostluk haklarını unutmamalıdır.[1]

Vefa; Görülen iyilikleri unutmama, iyilikte bulunanlara misliyle veya daha güzeliyle karşılık vermeye devam etmedir. Böyle olanlara vefakâr denir. Vefâ, dostluğun kaynağı, muhabbetin ilk durağı ve güvenin en mühim mesnedidir. Tam ve kâmil bir îmânın ve Allâh’a teslîmiyetin nişânesidir. Bu ahlâka sâhip olanlara vefâkâr denir. Vefakârlığın zıddı, nankörlük olup iyiliğin kadrini bilmemek veya ona kötülükle karşılık vermektir.

En büyük vefâkarlık, yaratanını tanımak, kulluk görevlerini yapmak, verdiği nimetlerin kıymetini bilmektir. En büyük nankörlük de kulun, Rabbı'nı inkâr etmesi, O'nun yüceliğini tanımamasıdır. İnsan, Allah'a ibadet etmek suretiyle, Elest bezminde yaptığı ahde vefasını gösterdiği gibi, kendisine iyilik yapanlara da vefakâr olmalıdır. Fertleri arasında vefâkarlık olmayan toplumlarda güven ve itimat sarsılır, sosyal bir çözülme başlar. Vefakârlık, dostlukların devamını sağlayacağından, sosyal dayanışmayı daha güçlü kılar. İnsanlar arasında olduğu gibi, cemiyet ve devletin de, kendisine hizmet etmiş kişilere vefakâr davranması, onların kıymetini takdir etmesi gerekir.

Müslim'in el-Hudri'den nakline göre, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm şöyle demiştir:

Her zalimin arkasında bir bayrağı vardır, zulmü ölçüsünde bu bayrak yükseltilir. Haberiniz olsun, amme hizmetlerini üzerine alandan daha büyük vefasız yoktur. (Müslim, Cihad 15, (1738)

Ebu Saidi’l-Hudri radıyallahu anh anlatıyor: Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: Bilesiniz, Kıyamet günü ahdini tutmayan her vefasıza vefasızlığının derecesine uygun bir bayrak dikilecek (böylece vefasızlığı teşhir edilecek)tir.

KISSA VE HİKAYELER

MÜRŞİDİN HİMMETİ

Nakşî yolunun büyüklerinden Tâhâ'l-Hakkârî hazretleri, Altın silsilenin otuzbirinci halkası olup Abdülkâdir Geylânî hazretleri'nin onbirinci torunudur. Yani Peygamber -sallallahü aleyhi ve sellem- Efendimiz'in soyundan olup seyyiddir. Zamanının büyük âlimlerinden fen ve din ilimlerini tahsil etti. Tasavvuf ilmini de Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri'nden öğrenip kemâle erdi. Seyr u sülûkünü, yüksek istidâdı ve mürşidinin yüce himmet ve teveccühü sayesinde seksen gün gibi kısa bir zaman içinde tamamlayarak hilâfetle müşerref oldu ve irşâd hizmetine başladı. Hakkârî'nin Şemdinli ilçesine bağlı Bağlar (Nehrî) kasabasında kırk yılı aşkın bir süre halkı irşada devam etti.

Hikâye olunduğuna göre, Van'ın Gürpınar kazasından bir zat, Nehrî kasabasına gelerek Tâhâ'l-Hakkârî hazretlerine talebe olmak istedi. Nihayet ısrarı ve muhabbeti sebebiyle kendisine mânevî ders tarif edildi ve bir tesbih de hediye olarak verildi. Büyük bir sevinçle memleketine döndü. Derslerine şevkle devam ediyor, gönlü huzur ve feyizle doluyordu.

Bir gün hayvanlarına kurt saldırmış, büyük bir kısmını telef etmişti.

Şeytan:

-Bu hocaya bağlanmak sana yaramadı, uğursuz geldi, diye vesvese verdi.

Gün geçtikçe bu vesvese giderek artıyordu. Nihayet bu tâlihsiz talebe aldığı dersi bırakmaya karar verdi. Tâhâ'l-Hakkârî hazretleri'nin huzuruna vararak, verdiği dersi artık bıraktığını söyledi. Daha önce kendisine hediye ettiği tesbihi de geri iade etti.

Aradan yıllar geçmişti. Bir öğle vaktiydi. Tâhâ'l-Hakkârî hazretleri namaza kalkarken, birden mübarek ellerini heybetle uzatıp:

-Def ol, yâ mel'ûn! dedi ve sonra namaza başladılar.

Namazdan sonra halîfelerinden biri:

-Efendim, mübarek ellerinizi uzatmadaki hikmet ne idi? diye sordu. O da:

-Bir zamanlar, bizi seven bir mürîdimiz vardı. Ölüm döşeğinde yatıyordu. Şeytan ona musallat olmuş, îmânsız gidecekti. Yanından şeytanı kovduk, imanla göçtü, elhamdülillâh. dedi.

Halîfesi devam ederek:

-Efendim, çok affedersiniz! Bir gün sizinle beraber otururken biri gelmişti. Verdiğiniz dersi artık bıraktığını söyleyerek, hediye ettiğiniz tesbihi de geri vermişti. Acaba bu, o adam mıydı? diye sordu. Tâhâ'l-Hakkârî hazretleri de cevap verdi:

-Evet, o adamdı. Bir zamanlar bize muhabbeti vardı. Bu muhabbeti sebebiyle ona vefâkâr davrandık.

Böyle mürşid-i kâmillerle elele tutuşmak ve onların sevgilerine lâyık olmak bir insan için ne büyük bir lütuf ve devlet! Cenâb-ı Hakk, bu büyüklerimizin sevgilerinden bizleri ayırmasın. (Amin)




[1] BİLMEN Ömer Nasuhi, Büyük İslam İlmihali, Merve Yayın ve dağıtım İstanbul./509

Hiç yorum yok: