24 Ağustos 2008 Pazar

ZORA TALİP OLMAK

ZORA TALİP OLMAK[1]

* ZORLUĞUN EN KOLAY YOLU İÇİNDEN GEÇMEKTİR. ANONİM

Üstün ahlak; Cesaret, sabır, tevekkül, dirayet, metanet, hoşgörü, affedicilik, fedakarlık, merhamet, vicdan ve itidalli bir karakter olarak karşımıza çıkar.

"Zor anların Müslümanı" tabiriyle kast edilen de, her türlü zorluğa, sıkıntıya, yokluğa ve eksikliğe karşı dayanıklı ve yukarıda sayılan özellikleri gösterebilen bir insandır. Güzel ahlakından asla taviz vermeyen, her olayı büyük bir olgunluk ve tevekkülle karşılayan, olayların hikmetlerini ve hayırlı yönlerini gören, çevresindeki insanları da aynı üstün ahlakı yaşamaya davet eden kişi, "zor anların Müslümanı"dır. Bu zorluk anları da Kuran'da tarif edildiği gibi iman edenlerin çok şiddetli denemelerden geçirildikleri, sıkıntılarla çevrelendikleri dönemlerdir.

Hani onlar, size hem üstünüzden, hem alt tarafınızdan gelmişlerdi; gözler kaymış, yürekler hançereye gelip dayanmıştı... (Ahzab,10)

Kuran'da tarif edilen "yüreklerin hançereye dayandığı" bu dönemler, insanın tahayyül edebileceği her türlü zorluğun, hastalıkların, felaketlerin üst üste geldiği, Müslümanların sadece "iman ettim" dedikleri için evlerinden çıkarıldıkları, yurtlarından sürüldükleri, ailelerine, kendilerine ve kavimlerine tuzakların kurulup, maddi ve manevi baskıların yapıldığı dönemlerdir.

Kuran'da elçilerin ve salih müminlerin tarih boyunca karşılaştıkları bu tür zorluklar örnek verilmektedir. Salih müminler çok şiddetli denemelerden geçirilmiş, türlü zorluklara göğüs germişlerdir. Ayetlerde bu denemeler "dayanılmaz zorluklar" şeklinde ifade edilir:

... مَّسَّتْهُمُ الْبَأْسَاء وَالضَّرَّاء وَزُلْزِلُواْ حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُواْ مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللّهِ أَلا إِنَّ نَصْرَ اللّهِ قَرِيبٌ {214}

...Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, beraberindeki müminlerle; "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyordu. Dikkat edin. Şüphesiz Allah'ın yardımı pek yakındır. (Bakara, 214)

Allah yukarıdaki ayetinde tüm inananların da bu zorluklarla karşılaşacağını bildirmekte ve sabır gösterenleri de sonsuz güzelliklerle müjdelemektedir. İşte bu zamanlar, "zor anların Müslümanları" ile "kolay anların Müslümanları"nın ortaya çıktığı, birbirlerinden ayrıldıkları zamanlardır.

... Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez. (Bakara, 185) İlahi düsturuna göre hareket etmeliyiz.

KISSA VE HİKAYELER

EY ŞEHİD, YOLUN YOLUM OLDU BENİM!...

(25Mart 1999 tarihinde Azerbaycan’da hizmete koştururken bir trafik kazası sonucu vefat eden Hafız Kürşat Emin Yeter’in vefatının arkasından yazılmıştır.)

*HEMRÂHIM İDİN BU YOLDA EY MÂH

HEMRÂHI KOYUP GİDER Mİ HEMRÂH

FUZÛLÎ

Seninle yollarımız ilk ne zaman kesişti, tarih düşmek güç... Belki beş, belki altı yıl... Belki daha da eski...

Umutlarımız, ümitlerimiz, ideallerimiz vardı. Hayatı ve içindekileri elimizin tersiyle itip, söylediğimiz türkülerimiz, marşlarımız vardı. Hayatı “adı için” yaşar, bir sevdâ uğruna “ana, baba, kardeşi, eşi, dostu, arkadaşı” terk eder, “maldan mülkten vazgeçer”, “bir ömrü hiçe sayarak ölümü göze alırdık”. Sevdamız birdi ve hem ilk, hem son gayesi “Allah’ı tek yâr seçmek”ti.

Gözlerimiz zaman zaman gurbetin buğusuna gömülür; gönlümüz çoğu kereler istikbalin parıltısı ile avunurdu. Bazen hüzün kemikleşir, katılaşır, takılırdı boğazımıza; bazen acılar, sıkıntılar yârenimiz olur; bazen yalnızlığın tadını doyasıya teneffüs ederdik, olanca kalabalığın içinde...

Azerbaycan pişirmişti seni...Sen zaten hep ağabeyimiz, hep büyüğümüzdün. En erken kalkıp, kahvaltıyı hazırlayan ve bizi kaldıran, bize heyecan, ümit aşılayan, çalışan, düşünen, seven, dert çeken, dert edinen ve çözen... Ufkun yüceydi, hayallerin, ideallerin erişilmez. Çok kereler o yüksekliklerin rakımına ulaşamaz, sana ayak uyduramazdık!..

Kalbin, pâk, mücellâ, pırıl pırıldı. Kin düşmemiş, kin gütmemiştin. Kızsan da insanların hatalarını çabuk affederdin. Bağışlardın. Bağışlamak, zaten büyüklerin şânı değil miydi?

Yaptığın işe her şeyini verirdin; gönlünü, düşünceni, enerjini, benliğini... Arkanda bıraktıklarını pek düşünmezdin, düşünemezdin. Belki hep düşünür, hiç aklından çıkarmazdın, ama geri dönüp bir şeyler yapamaz, elindeki işi yarım bırakamazdın. Bunun için bazıları seni “vefâsızlık”la suçlarlardı. Aldırmazdın. Seni anlamalarını isterdin. Derdini, hedefini, çektiklerini, hislerini, heyecanını, yani seni... Bir de kendini “her gittiğin yere çabuk intibak etme” ile vasıflandırırdın; “ne yapayım, elimde değil!...” şeklinde insanların anlayabileceği mazeretler ileri sürmeye çalışırdın.

“Buralar size emanet!..” sözünü duyunca dağları yüklendiğini zannettin. Kendini iyice kaptırdın. Artık anne, baba, kardeş ve dostlar, anlamalıydı seni, anlayış göstermeliydi senin onlardan ayrılışına... Dostlar, zaten böyle olmalı değil miydi?

Baştan sona bir heyecandın, bir sevgi, bir sevdâ âbidesi...Bir öğrencinin başarısına, bir diğerinin sevincine sevinir, diğerinin ufacık sıkıntısı seni dertlere gark ederdi. Onlar senden, sen onlardan ayrı olamazdın.

Cömerttin, gidenin hesabını yapmayacak kadar, bazen iki yakanı bir araya getirmekte zorlanacak kadar...Gidende hiç gözün olmadı, çünkü her fırsatta gidenin katlanarak geldiğini görüyor, bunu anlatıyordun sevdiklerine... Sanki öbür dünyaya mal gönderiyordun, en müstesnasından...

Sırdaştın. Sırrı sana emanet edenin gözü arkada kalmazdı. Sanki ba’s günü ortaya dökülene kadar, bir kabre gömülmüştü sırrı...

Küçücük defterlerin olurdu. Orada her zaman yapacağın işler yazardı. Ben, o defterde bir şeyler olmadığı zamanı hiç görmedim. En ufak teferruatı kaçırmak, en küçük bir hususu unutmak istemezdin.

İnsanlara samimiyeti ve sevgiyi anlatır, hizmetin nasıl olması gerektiğini gösterirdin. Fedakarlık ise kabına varılmaz bir hasletindi.

Sözünde durmayı severdin, bir de sözünde duranları... Kaypak, ahdinden cayan insandan nefret ederdin. Bir bant tiyatrosundaki, “Dağlara Mansur, dağlara!.. Dağlar, verdikleri sözde çakılı kalırlar” sözü virdimiz olmuştu.

“Seninle görüşüp de memnun kalmayan, senden ayrılıp da hasret çekmeyen var mıdır?” bilmiyorum.

Lekesiz, tertemiz bir hayat yaşadın, yaşamak ve ölmek nasıl olurmuş gösterdin. Hayatının baharında, bir ulu çınarın heybetiyle hayata veda ettin...

Şimdi ben yaralı ceylan, sen vurup kaçmış bir avcı... Şimdi ben vurgun yemiş bir âşık, sen arkasına bakmadan giden Leylâ... Şimdi ben amansız dertlere düşmüş hasta, sen ise uzaklardaki hekim...Şimdi ben yalnız ve çaresiz ve kolsuz-kanatsız... Şimdi ben yorgun, bîtâp ve kararsız...

Ey yolcu, nasıl anlaşmıştık seninle!..

Bırakıp gitmek var mıydı? Bu yolda yoldaş değil miydik?!

Yoksa birlikte düzüldüğümüz bu yolda ayak uyduramayan sen değil de, ben miyim?

08.06.1999

Ö. Faruk DEMİREŞİK



[1] Derleyen, YETER Hasan Vehbi, Emekli öğretmen, Honaz / 2007

Hiç yorum yok: