22 Ağustos 2008 Cuma

ŞEHİT OLMAK

ŞEHİT OLMAK[1]

*O DA GAZİ OLMAK İSTEDİ, FAKAT ONA ANLATMAK GEREKTİ Kİ, ŞEHİT OLMAYI GÖZE ALAMAYAN GAZİ OLAMAZDI. ARİF NİHAT ASYA

Şehit; Meşhude, Allah (Celle celeelüh) yolunda canını feda eden Müslüman, İslâmiyet uğruna savaşta ölen Müslüman. Şehadet mertebesine eren kişilere denir. Kutsal bir ülkü ve inanç özellikle yurt için savaşırken ölen kimsedir. Fikri, inancı, ülkesi uğruna ölenler için de teşmilen kullanılır. Vatan şehidi gibi.[2]

Dinî anlamda, Allah rızası için, O’nun yolunda canını fedâ eden müslümana verilen isimdir. Ona bu ismin verilmesinin sebebi, cennetlik olduğuna şahitlik edilmiş olması veya onun Yüce Allah’ın huzurunda yaşıyor bulunması yahut ölümü sırasında meleklerin hazır bulunması yahut ta ruhunun doğrudan doğruya Daru’s-Selâm’da (Cennet’te) bulunması veya Allah tarafından çeşitli mükâfatlarla mükâfatlandırılmış olmasıdır.

Ahirette en yüksek rütbe peygamberlikten sonra şehitliktir. Bunun için dünyada bu yüksek mertebeyi kazanmış olan şehidin üzerinde bulunan kul hakkı dışındaki, bütün kusurları ve günahları Allahu Teâlâ tarafından af olunur. Bu şerefli mertebeyi kazanmış olan şehit, yıkanmayarak sırtındaki elbise ve vücudundaki kan bereleriyle gömülür; onun kefeni, sırtındaki elbisedir. Kürk, palto, mest, çizme, hırka gibi şeyler çıkarılarak yalnız diğer elbiseleriyle gömülür.

Şehit; Muharebede öldürülen müslümanlar, asiler, yol kesiciler tarafından öldürülen müslümanlar, evinde hırsızlar tarafından öldürülen veya müslümanlar tarafından zulüm olarak öldürülmüş olup bundan dolayı mirascılarına bir mal verilmesi gerekmeyen müslümandır.

Şehit; zulmen ve haksız yere öldürülen Müslümandır. Müslim, baliğ, hayızdan, nifasdan, cünüblükden uzak ve ölüme sebeb olan yarayı aldıktan sonra hayata ait şeylerden faydalanmadan şehit olan kişi, yıkanmayarak elbisesi ile defnedilir. Bu şartlardan biri noksan olursa yıkanır ve kefene sarılır. Eğer harp meydanında yaralanan; harb bittikten sonra tedavi olunmak üzere başka bir yere nakil olunduktan, yeyip-içip, uyuyup, konuşup, alışveriş gibi şeyler yaptıktan sonra veya aklı başında olarak üzerinden bir namaz vakti geçtikten sonra vefat ederse hayata ait birşeyden faydalanmış olur.

Kur’an’da otuz beş dolayında “şehit” kelimesi ve yirmi civarında da, çoğulu olan “şüheda” kelimesi geçmektedir. Aynı kökten gelen kelimelerle beraber, Kur’an’da geçen “şehit” kelimesi, daha çok şâhit manasınadır. Şehit, aynı zamanda Yüce Allah’ın isimlerinden biridir.

Şehidler hem Allah’ın övgüsünü ve hem de Hz. Muhammed (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in sevgisini kazanan bahtiyar insanlardır.

Yüce Allah, şehidlerin manen ölmediklerini, onlara ölüler denilmemesinin gerektiğini, Kur’an’ın değişik yerlerinde dile getirmiştir:

وَلاَ تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ قُتِلُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ أَمْوَاتًا بَلْ أَحْيَاء عِندَ رَبِّهِمْ يُرْزَقُونَ {169}

Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler; Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. (Âl-i İmran, 169)

KISSA VE HİKAYELER

ALİABAD’LI MUS’AB (HÂFIZ EMİN YETER)

( BİR FATİHA )

*İNŞAALLAH ŞEHİD OLMAKTIR BENİM ALIN YAZIM.

KÜRŞAT EMİN YETER

İhrâma bürünmüş Arafat vakfesine hazırlanırken acı bir telefon ve buruk bir ifâde ile mübârek evlâdımız Hâfız Emin’in Kafkas eteklerinde hizmete koşuştururken bir kazâda şehît olduğu haberini aldık.

Bu haber ile üzerimizdeki ihrâm, istikbal libâsımız olan kefeni daha da mânâlandırdı. Hâfız Emin evlâdımız, ebedî yolculuğun libası; biz ise, onun dünyâdaki benzerinin içinde idik. Tabî onun giydiği beyazlar, ayrı beyazlıklardı. Sanki sonsuza ayna tutuyordu. O anda bu mübârek evlâdı, Kafkas dağlarından Arafat’a hacı olmaya çıkan kâfilelere tahassürünü ifâde için ayağa kalkmış gibi hissettim. Beyaz kefeni, gözümün önünde ilâhî emirle gelen ölüm meleğine çekilmiş âdetâ bir teslîm bayrağı gibi önce net bir sûrette tecessüm etti, ardından ufku kaplayan kül renkli bulutlara sarıldı ve Arafat semâlarında kayboldu. Sanki o, büründüğü kefenle aramızdaki uzun mesâfeyi katetmiş, vakfeye durmuş ve“elvedâ” deyip süzülerek önümdeki ihrâmlı kalabalığa karışmıştı. Duâsı yapılan 160 hatm-i şerîfden ona hisse ayrıldı. Nemli gözlerde ve gönüllerde mekân buldu.

O, Denizli’de Hâfız oldu. O, farklı bir hâfız, yaşayan ve gönül iklîminde kâmil bir mü’min olarak yetişti. İlâhiyat tahsîlini Bursa’da ikmâl ederken mânevî hizmette de yerini aldı. Emîr Buhârî -kuddise sirruh-, Muhammed Üftâde -kuddise sirruh-, Sultan Murâd Han ve emsâllerinin rûhâniyeti, kendisini sonsuz ufukların seyyahı etti. Bir heyecan ve gönül insanı oldu.

O, Hakk rızâsı yolundaki hizmetine titizlik gösterir, itinâ ederdi. Tasarruf edip infâk etmekten haz duyardı. Mânevî hizmeti madde ile zedelenmesin endîşesi ile kifâyet miktarı ile geçinirdi. En meşakkatli hizmetleri tercih eder, en zor vazîfelerin dahî dâimâ gönüllü bir neferi olurdu.

Asîl rûhu ile o, kahır tecellîlerinin galip göründüğü günümüzde tabîattaki milyonlarca çakıl taşı arasında barınan müstesnâ bir mücevherdi. Rûhunun vecdini binlerce kilometre ötelere taşımağa çalıştı. Kafkas eteklerindeki Aliabad reyonunun Mus’ab’ı oldu.

Mus’ab’ın hicretten evvel Medîne’de hazırladığı tevhîd ve îmân zemînini o da orada hazırlıyordu. O da, Mus’ab gibi “fi sebilillah”olarak orada şehâdetin yüce rütbesine nâil olacaktı. Bu şehâdet gününün Arafat gününe isâbet etmesi de, ayrı bir mânâ, ayrı bir güzellik oldu. Sanki onun rûhâniyet ve temizliğinin bir tecessümü böylece zuhûr etti...

Gufrân saati olan bu saatte gelen haberi onu üstüste çakılmış iki gölge gibi milyonla hacının hüviyeti içinde Arafat’a taşıdı. Ve o böylece “irciî ile Rabbik”(=Rabbine dön!) emrini, milyonla kula nasîb olan gufrân müjdesine dâhil olarak aldı. En azından biz, onu, gönlümüzden ve gözümüzün önünden silinmeyen hayâliyle Arafat’a taşıdık. Orada beraber olduk.

Şehîtlik, zâhirde dünyâ nîmetlerinin en değerlisi olan hayâtın Allâh yolunda fedâ edilmesidir. Ancak sadece zâhirî hayâtı fedâ etmek şeklinde anlaşılan şehîtliğin bir diğer yönü de, vücût hayatiyetini devam ettirdiği halde dahî onun mânen aşılması, zâhirî benliğin âdetâ yok edilmesi ve rûhen Rabbe ulaşılmasıdır.

Bu iki vasfı birleştirebilmek ise, ayrı bir nîmet ve ulvî bir mertebedir. Hâfız Emin de, işte bu iki nîmet ve mertebeye nâil olarak Rabbine kavuşan bahtiyarlar kervanına katıldı. Çünkü o, yaşıyorken de âdetâ -kendi idrâkine nakşedilmiş bir namzedlik hâlinde- şehîtti.

Nitekim “Hizmet” adlı şiirinde: “İnşaallah şehit olmaktır benim alın yazım.”diyordu. Onun bu mısrâı, âdetâ ilâhî kaderin keşfi gibiydi. Nihâyet o, şehîtler, yâni “ölmezler kafilesi”ne katıldı.

Ebû Eyyûb el-Ensârî, i’lâ-yı kelimetullâh heyecanı ile 80 yaşını geçmiş olduğu halde iki sefer İstanbul fütûhâtına iştirâk etmişti. Vefât ederken:

“–Benim kabrimi adımınızı attığınız son noktaya gömün ki, benden sonra gelen İslâm askerleri daha ötelere gitsin!” diyerek cesedi ile de hedef gösteriyordu.

Hâfız Emin de, sanki rûhâniyetin gölgelediği kabrinde haleflerine îmân heyecanı dolu mücâdelesini telkîn ediyordu. Hâl lisanı ile:

“–Ben dînimin güzelliklerini ve seâdetini buraya kadar taşıdım. Siz de bu tevhît hizmetinde yarışın! Bu ezanlar ve Kur’ân sadâlarını ötelere taşıyın! Bu yolda fânî vücûdunuzu Hakk’a adayarak Rabbe râm olun!” diyordu.

Hakk yolunda gerçek zaferler ve onların neticesi olan büyük ilâhî mükâfatlar, ancak maldan ve candan vazgeçenlere âiddir. Âyet-i kerîmede:

Allah mü'minlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır...” (et-Tevbe, 111) buyuruluyor.

Hâfız Emin de, bu şekilde cenneti satın alan bahtiyarlardan oldu inşâallâh.

Aliabad halkı:

“–Bu bizim; o, bize âid! Cesed-i fânîsi burada gömülsün; bize azîz bir hâtırâ olsun! Rûhu da zâten gönlümüzde ebediyyen yaşayacaktır...” dediler.

Geçen sene Aliabad’a gittiğimizde doğup bir müddet sonra vefât eden oğlu da oraya gömülmüştü. Hâfız Emin:

“–Hocam biz buraya bir hâtırâ bıraktık. Biz de artık herhalde buralıyız!” demişti.

Bu da âdetâ ilâhî kaderin değişik bir keşfiydi. Şimdi o, dünyâda sevgisine doyamadığı yegâne evlâdı ile kabir kundağında kucak kucağa... O, Azerbaycan’ın toprağına, yeniden filiz veren i’lâ-yı kelimetullâh rûhunun ebedî bir hâtırâsı olarak emânet oldu.

Sonra gelen haleflerinin gönlünde mekân tuttu. Ömrü uzadı. Elbette ki asıl hayat, gönüllerde yaşamaktır. Gönüllerde mekân tutanlar, Mus’ab gibi ebedî yaşarlar. Bu şekilde onlar, berzahtaki âlemleri ile de gönül ufkunda devam ederler.

Sanki şâir, şu içli, duygulu mısraları ile onun hayatını hulâsa etmektedir:

Yadında mıdır hiç, doğduğun gün,

Sen ağlar iken gülerdi âlem!..

Öyle bir ömür sür ki, olsun ölümün

Sana tebessüm, ellere mâtem!...

Ey Hâfız Emin!

Ebedî yolculuğun, bir Cum’a seherinde hizmet aşkı ile koştururken oldu. Bu, kahramanca ve yiğitce ölümü karşılamaktı. Muhakkak ki, göğsün Kur’ân, kalbin îmânla doluydu, dudaklarında Rabbin zikri vardı. Vuslatın mübârek olsun!

Ey seher rüzgârı! Sen Kafkas eteklerinde göğsü îmân ve Kur’ân dolu, rûhu alev alev yanan o sevdâlı gönle bizden selâm götür!

Muhterem babasına, annesine, kardeşlerine, sâlihât-ı nisvândan olan fedâkâr ve çile arkadaşı zevcesine ve vefâkâr arkadaşlarına sabır ve ecir diler, kendisiyle de ilâhî rahmetin tecellîsi ile Dâru’s-Selâm’da buluşmayı niyâz ederiz.

Muazzez rûhunun şâd olması için üç ihlâs-ı şerîf, bir fâtiha-i şerîfe...

Cenab-ı Hakk, garîk-ı rahmet eylesin!...

Osman Nûrî TOPBAŞ 9 Zilhicce, Arafat 1919 / MEKKE



[1] Derleyen, YETER Hasan Vehbi, Emekli öğretmen, Honaz / 2007

[2] Sözlük manaları

Hiç yorum yok: