19 Eylül 2008 Cuma

EZA VERMEK

EZA VERMEK[1]
*İNSANLARI İNCİTEN MELEKLERİ DE İNCİTİR. HADİS-İ ŞERİF
Eza; Eziyet, incitme, sıkıntı verme, sıkıntı çektirme, cevr, sitem, rencide etme, incitme, can yakma, cefa, zulüm anlamlarındadır. Üzüntü, elem doğuran etken, maddi zararı dokunan şey diye tarif edilmiştir. İnsanın kerih görüp mahzun olduğu şeylerdir.[2]
Üzüntü, alem doğuran etken, maddi zararı dokunan şey, diye tarif edilen ezada söz konusu olan zarar, dünyevi ve uhrevi olabilir. Eza kelimesi Kur'an'da bu maddî anlamları yanında mânevi ve ruhî sıkıntı. acı, üzüntü, incinme veya bunlara sebep olan etkenleri ifade edecek şekilde de kullanılmıştır.
Ragıb el-İsfahani’nin tanımına göre ezâ, "Canlının ruhî veya bedenî varlığına yahut çevresine dokunan Zarar" demektir; bu zarar dünyevî veya uhrevî olabilir.
İmanın en küçük derecesi yoldan ezayı kaldırmaktır. (Buharî, Mezâlim, 24) anlamındaki hadiste geçen ezâ ile de çalı çırpı, taş vb. zararlı nesnelerin kastedildiği belirtilir. İslam filozofları lezzetin karşıtı olmak üzere elem kelimesi yanında ezâyı da kullanmışlardır.
Kur'ân-ı Kerîm'de ezâ kelimesi türevleriyle birlikte yirmi dört ayette geçmektedir. Bunlarda önce maddi ve bedeni sıkıntı, acı ve bunlara sebep olan şey söz konusudur. Mesela kadınların hayız hali bir ezadır. (Bakara, 222) Burada kastedilen “tiksinti veren şey” olduğu düşünülmüştür. Bu da hayız da vücuttan atılan kan, içeride kaldığı taktirde bedene zarar vereceği için böyle adlandırılmıştır şeklinde mülahaza edilmiştir. Başka bir âyette yağmurun yol açtığı sıkıntıya da eza denilmiştir. Müslümanların müşrikler tarafından sıkıntı ve eziyete uğratılmaları, zina suçlularının cezalandırılması, kadınların kötü niyetli erkekler tarafından rahatsız edilmeleri de ezâ veya aynı kökten gelen kelimelerle ifade edilmiştir.
Bunun yanı sıra manevi ve ruhi sıkıntı, acı, üzüntü, incinme ve bunlara sebep olan etkenleri ifade etmede de eza kelimesi kullanılmıştır. Mesela ehl-i kitabın müslümanlara ezadan başka bir zarar veremeyecekleri (Al-i İmran,111) bildirilen ayette söz konusu olan eza, müfessirlere göre; yalan tahrif, iftira, kınama gibi sözlü sataşmaları kastetmektedir.
İslam ahlâkının çıkarcılık ve egoizm karşıtı sevgi ve fedakârlığa dayalı karakterini ortaya koyan ayetlerde mali yardımların ahlâkî değer kazanması ve makbul olması için sadece Allah rızası gözetilerek yapılması. Bundan dolayı da söz konusu yardımların "men" (minnettarlık beklentisi, başa kakma) ve ezâ kelimeleriyle ifade edilen ayıplardan arınmış olması gerektiği bildirilir. Bununla ilgili Ayet-i Kerîme şöyledir:
Güzel bir söz ve bağışlama, arkasından ezâ gelen sadakadan daha hayırlıdır. (Bakara, 263) Çünkü münafıkların gösteriş için yaptıkları hayırlar gibi başa kakarak ve eziyet ederek verilen sadakalar da boşa gidecektir.
İnsanlara sıkıntı ve üzüntü veren; aile, komşuluk, arkadaşlık ve dostluk ilişkilerini zedeleyen; zayıflatan ve sakatları sıkıntıya sokan sözler, tutum ve davranışlarla zararlı nesneler ezâ kavramıyla ifade edilir; bu münasebetle de İslamî edep ve ahlâk kurallarının örnekleri verilir.
Ölülere sövüp saymayınız, çünkü hayattaki yakınlarını incitirsiniz. (Tirmizi, Birr, 51); anlamındaki hadisler, Hz. Peygamberin yerleştirmeyi amaçladığı sosyal düzenin ahlâkî niteliğini vurgulayan zarif ifadelerden bazılarıdır.
Çeşitli zarar ve sıkıntılardan bütünüyle kurtulmak mümkün olmadığından hadislerde mâruz kalınan ezâlar karşısında sabırlı ve metanetli olmanın önemine de işaret edilmiştir.

EZİYET ETMEK
*ALLAH MÜMİNE EZİYET EDİLMESİNİ HOŞ KARŞILAMAZ. (TİRMİZİ, EDEB, 59)
Müslümanların karşılıklı hak ve vazifelerinden biri de: Herkesle güzelce geçinmek, elleri veya dilleri ile birbirlerine eziyet etmemektir. Bu konuda Peygamberimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurur.
Abdullah b. Amr (R. A.) dan rivayete göre Resûlullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem:
Müslüman; dilinden ve elinden müslümanların emin olduğu kimsedir. Muhacir de; Allah'ın nehyettiğini terk edendir, (Sahihi Müslim c:1 sh:48) buyurdu.
Demek ki, İslâm cemiyetinde yaşayan müslümanlar ne dil­leriyle ve ne de elleriyle (hal ve hareketleriyle) birbirlerini rahat­sız etmeyeceklerdir. Bu, ne güzel ahlâk kuralıdır. Fakat gel gör ki bunun tatbikini bu günkü müminlerde bulmak çok zordur. Çünkü sadırlar daralmış, sabırlar azalmıştır. Menfaatperestlik his­si, bizi kötülük yapmaktan alıkoyamıyor. Sosyal hayatımızın herhangi bir mevkiinde sadece –ben- olsun diyor, başkası­nı istemiyoruz. Gerekirse onu dilimizle ve elimizle rahatsız edi­yoruz; ve sonra da –elhamdülillah- müslümanız diyoruz. Böyle müslümalık olamaz, kendimizi bu konuda yargılamalı ve yine kendimize çeki düzen vermeliyiz.
Halbuki dîn kardeşlerimize iyilik yapmaya gücümüz yet­miyorsa, hiç olmazsa, kötülük yapmayalım. Onlara zararımız dokunmamalıdır. Bunun da nefsimiz için verilmiş bir sadaka olduğunu Peygamberimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem hadis-i şeriflerinde beyan buyurmuşlardır. (İslamda karşılıklı haklar ve vazifeler, Mehmet Talo, Şelale Yayınları İstanbul 1990 /139 )
Dini sadece kul ile Yaradanı arasında bir bağ ve güzel ahlak olarak sınırlandırma gayretinde olanlar, onun fertler ve toplumlar arası ilişkileri düzenleme gibi bir gayesi olmadığını, dolayısıyla bu anlamda ne bir suç tanımlaması ne de bu suça karşılık bir cezası bulunmadığını iddia etmektedirler. Bu hususta sadece islamın anlayışını ortaya koymak isteyenleri de ellerindeki karşı durulamaz imkanlar sayesinde toplum karşısında mahkum etmek istemektedirler. Acı olan husus ise, bu durumda ilmi bir anlayışla hareket edip hakikati ifade etmekten çekinmemesi gerekenlerin içine düştükleri açmazdır. Zira bunlar, dini kendi bütünlüğü içinde ele almayı değil de, mevcut yargılarla bağlantılı olarak dine yeni bir çerçeve kazandırmayı tercih etmektedirler.
Bazıları da dini, yasakladığı hususlardan bir kısmı için koyduğu dünyevi cezalara işaretle, kendisini islama nispet eden insanların işlediği cinayetlerden sorumlu tutma cehaletini göstermektedirler. Yani bunların nazarında islam, insanlara eziyet etmeyi, ceza vermeyi emreden bir din; müslümanlar da, bundan haz duyan bir toplumdur.
Kur'an, insanın varoluş gayesini ibadet ve imtihan olarak ifade etmektedir. Neye inandığı, kime ibadet ettiği ve nasıl yaşadığı hususunda imtihana tabi tutulan ve bunun sonucunda mükafat ya da ceza görecek olan insanoğlu, bu imtihanda yalnız bırakılmamış, kendisine Yaradan'ının isteklerini aktaran peygamberlerle ve onların Rablerinden getirdikleri kitaplarla yolu aydınlatılmıştır. İnsanın, diğer varlıkların aksine kendi irade ve tercihleri doğrultusunda hareket etme imkanı ve buna binaen sonu gelmez arzuları bulunmakla beraber, ondan hem ruhunu hem de bedenini ilahî emirlere, Rabb'inin arzularına teslim etmesi istenmektedir.
Bir rahmet dini olan islam; dünya ile ahiret, fert ile toplum, iman - ibadet - ahlak ile hukuk arasında kendine has özellikleri ile denge kurmuş, insanın yaratanı ile münasebetlerini ve toplumsal ilişkilerini, genelde ana hatlarıyla bazen de detaylarına inerek ele alıp düzenlemiştir. Bu düzenlemelere uymayı da kulluğun gereği saymıştır. İslam, koyduğu kuralların uygulanmaması durumunda ahiretteki cezalara vurgu yapmakla birlikte, dünyevi cezalara da yer vermiştir. Zira çoğu zaman uhrevi cezalar herkes için caydırıcı olmamaktadır. Ayrıca bazı suçların işlenmesinde, Allah'a karşı itaatsizlik ve isyanın yanında, topluma karşı bir saldırı ve haksızlık vardır.
İslam'ın, kurallarını korumaya ve istediği insan tipini oluşturmaya hizmet edecek, cezai müeyyidelerinin varlığı, inkar edilemez bir gerçektir.[3]
Şu üç günah, îmânın gitmesine sebep olur: Birincisi, îmân nîmetine kavuştuğuna şükretmemek. İkincisi, îmânın gitmesinden korkmamak. Üçüncüsü, müminlere ezâ ve cefâ etmektir. Peygamber efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem buyurdu ki:
Haksız yere bir müslümanı incitmek, Kâbe'yi yetmiş defâ yıkmaktan daha büyük günahtır. (Hakîm, Tirmîzî)


CEVR- CEFÂ
*KARDEŞİNİN SALINI KARŞIYA GEÇİRMESİNE YARDIM ET. GÖRECEKSİN Kİ, SEN DE KARŞIDASIN.
HİNT ATASÖZÜ
Cevr; Zulüm ve yapılan haksızlık olup; adâletin zıddı olarak kabul edilir. Cefâ; İncitmek, eziyet etmek, kötülük etmek anlamlarına gelir. Eza ve cefâ eş anlamlı olan kelimelerdir. Aralarında nüans farkı olmasına rağmen genelde aynı anlamlarda kullanılır.
Yeryüzü cevrle dolduktan sonra, benim Ehl-i beytimden (evlâdımdan) mutlaka birisi çıkar. Dünyâ daha önce nasıl zulüm ve cevr ile dolu ise o, dünyâyı adâletle doldurur. (Ebû Dâvûd)
Dînimizde, cevr edenlere azâp yapılacağı bildirilmiştir. (Muhammed Hâdimî)
Peygamber efendimiz tebliğe başladığında, Arabistan Yarımadasında, sert, inatçı insanlar çoğunlukta idi Peygamberimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem Hazretleri onların arasından gelip, onları çok güzel idâre ederek ve cefâlarına sabrederek, onları yumuşaklığa ve itâate getirdi. Çoğu eski dinlerini bırakıp müslüman oldular. (Yûsuf Sinânüddîn)
Peygamberimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:
Hayâ îmândandır. Fuhuş (çirkin şeyler) söylemek cefâdandır. Îmân Cennet'e, cefâ Cehennem'e götürür. (Buhârî)
Eza ve cefâ kelimeleri hadislerde de sıklıkla rastlanan bir kavramdır. Bunlarda; yollarda, sokaklarda, evlerin önlerinde insanlara sıkıntı veren, geçişi zorlaştıran şeylere, söz ve davranışlara eza ve cefâ denilmiştir. Bu anlamda ağaç, dikenli dal, taş veya tiksinti veren çöp, süprüntü balgam, sümük ve pislik gibi şeylerin umumi mahallere atılmaması veya böyle yerlerin bu gibi nesnelerden arındırılması tavsiye edilmiştir.
Hazreti Peygamber efendimiz, damadı Hz. Ali’nin kızı Fatıma ile evli iken, onu üzerine ikinci bir hanım alması için yapılan teşebbüse kesinlikle karşı çıkmış ve:
-Çünkü Fatıma benden bir parçadır; onu endişelendiren beni endişelendirmiş olur; ona ceza veren bana da ceza vermiş sayılır, demiştir. (Buhari Nikah, 109, Müslim, Fezai-lus,- sahabe 93/94)
Hadislerde genellikle insanlara maddi veya manevi zarar veren, onları kıran; umumi yerlerde onlara üzüntü veren ve zorluk çıkaran; aile komşuluk ve arkadaşlık ilişkilerini tahrip eden; zayıf, hasta ve sakatları güçlüğe maruz bırakan söz ve fiiller hep eza ve cefa olarak nitelendirilmiştir.
İslam'da insanın hayatı ve hayatî organları dokunulmazdır. İnsanın canına, organlarına ve malına ancak hukukun belirlediği ölçülerde zarar verilebilir. Adalet kurumu dahi olsa, hukukun çizdiği sınırların dışına çıkıp insanı cezalandırmak, ona işkence etmek haramdır. Kur'an-ı Kerim bu hususu şöyle ifade etmektedir:
Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya itmesin. Adil olun...” (Maide, 8) Bir başka ayet-i kerimede de;
وَالَّذِينَ يُؤْذُونَ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ بِغَيْرِ مَا اكْتَسَبُوا فَقَدِ احْتَمَلُوا بُهْتَانًا وَإِثْمًا مُّبِينًا {58}
Mümin erkeklere ve mümin kadınlara yapmadıkların bir şeyden dolayı eziyet edenler, şüphesiz bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir, (Ahzab, 58) buyurulmuştur. Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem savaşta dahi işkenceyi yasaklayan şu hadisi dikkatlerden kaçmamalıdır:
Ganimette hainlik yapmayınız, ahitleri bozmayınız. İnsanları, burun-kulak kesmek, yüz dağlamak ve göz ovmak şeklinde cezalandırmayınız... (İmam Malik, Kitabu'l-Cihad)
Bu ve benzeri ayet-i kerimeler ve r hadis-i şerifler genel olarak zulmü ve haksızlığı yasakladığı gibi, adalet için zulüm yapılamayacağı ilkesine de işaret etmektedir.
Hz Ömer Radıyallahü anh'in halka hitaben yaptığı bir konuşmadaki şu ifadeleri bu hususta bir müslümanın takınması gereken hassasiyeti ortaya koymaktadır: “Dikkat edin, ben vali ve idarecilerimi size dayak atsınlar diye göndermedim. Bilakis onları size dininizi, peygamberinizin sünnetini bildirsinler, öğretsinler diye gönderdim. Bundan başkasını kim yaparsa onu bana getirin, yemin ederim ki ona kısas uygulayacağım.” Bu sözlerinin ardından birisi, “Ey müminlerin emiri! Bir adam halka emir oldu da onları terbiye etmek için dövdüyse ona da kısas yapacak mısın.” diye sorar. Hz Ömer'in buna cevabı şöyledir: “Evet! Yemin ederim ki onu da kısas ederim.
Ben Resulüllah (s.a.v.)'in kısas yaptığını gördüm. Dikkat edin! Müslümanları dövmeyin; onları zillete düşürürsünüz. Haklarına engel olmayın; küfre itersiniz. İdarecilerin halkı dövmesi caiz değildir.” (İbn Teymiyye, Fetava, XXXIII, s. 379.)
Bütün bu emir ve uygulamalardan hareketle kısaca şunu söyleyebiliriz: Ne savaş durumundaki askerlerin, ne yöneticilerin, ne de yargı mekanizmasındaki görevlilerin işkence etmeleri, diğer insanlara eza ve cefa etmeleri caiz değildir. İslâmda ne yargılamada, ne sorgu, ne duruşma ne de cezanın uygulanması sırasında işkence ve zulüm yoktur. İslam hukukunda suçlu itirafa zorlanamaz ve zorlama neticesi alınan ifadeye binaen ceza verilemez.
Rasulullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem:
İmamlarınızın/hükümdarlarınızın en şerlisi sizin onlara, onlarında size buğzettiği, sizin onlara, onlarında size lanet ettiğidir, buyurdu. Dediler ki:
-Ey Allah’ın Rasulü! Onlarla çatışalım mı?
Rasulullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem:
-Aranızda namazı ikame ettiği müddetçe hayır, (Müslim, Kitabu’l-İmare, 1855) buyurdu.
Demek ki müslüman idareciler, namaz kılmamıza izin verdikleri müddetçe onlara itaat etmek mecburiyetindeyiz.

MAZLÛM
*ALMA MAZLÛMUN ÂHINI, ÇIKAR ÂHESTE ÂHESTE. (ATASÖZÜ)
Mazlûm; Zulme, haksızlığa uğramış kimsedir. Kendisine zulmedilen, zulüm gören, baskı altında ezilen mâğdur olan insandır. Boynu bükük, sessiz ve uysal olan anlamına da gelir. Mazluma zulmeden, onu ikraha zorlayan da mükrihtir. Bir kimseyi istemediği bir şeyi yapması için zorlayan, tehdîd eden anlamına gelir.[4]
Üç kimsenin duâsı muhakkak kabûl olur. Mazlûmun, misâfirin ve ana babanın. (Zevâcir)
Kafir bile olsa, mazlûmun duâsı red olmaz. (Zevâcir)
İyi bir müslüman olarak ölüme hazır ol! Mazlûmların bedduâsından çok sakın ve hiç kimseye zulmetme! (Muâz bin Cebel)
Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem Muaz b. Cebel’i Yemen’e gönderdiğinde şöyle dedi:
Onların mallarının en kıymetlilerini (zekat olarak) alma. Mazlumun duasından sakın. Zira onunla Allah’ın arasında perde yoktur. (Müslim, Kitabu’l-İman, 19) Mazlumun duasıyla Allah Teâlâ arasında hicab ve mani bulunmamak, duanın kabul buyurulacağından ve asla red edilmeyeceğinden kinayedir.
Muhakkak ki çobanların en kötüsü insafsız deve bakıcılarıdır. (İmam Ahmed, Müsned, 5/64)
Rasulullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem buyuruyor:
Üç dua kabul olunur. Bunda hiçbir şüphe yoktur.
-Mazlumun duası
-Misafirin duası
-Babanın çocuğuna duası. (İbni Mâce, Kitâbu’d-Dua, 3862)[5]
Dinimiz zalime de mazluma da yardım etmeği farz kılmıştır. Bu konuda Peygamberimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurur:
Enes İbn-i Malik (Radıyallahü anh) den, şöyle demiştir. Resûlullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem :
-Mü'min kardeşine, ister zalim olsun, ister mazlum olsun yardım et, buyurmuştu. (Ashab):
-Ya Resûlellah, şu maz­lum kişiye yardım edebiliriz. Fakat o zalime nasıl yardım edebi­liriz? dediler. Resûlullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem:
-Zalimin iki elinin üstünü tutarsın. Yani zalimi zulümden me­n edersin. buyurdu. (Sahih-i Buhari, C. 2, Sh, 66)
Demek ki zalimi, yapmakta olduğu zulümden menet­mek zalim için bir yardımdır. Çünkü zalim tuttuğu zulüm yolundan çevrilmezse, kendi başına bırakılırsa o yol onu kısa­sa, kadar götürebilir. Fakat onu bir müslüman kardeşinin menetmesi bu tehlikeli akıbetten korumak­tır, kurtarmaktır. (Tecrid-i sarih tercemesi, C- 7, Sh. 363) Zalime yardım böyle olunca mazluma yapılacak olan yardımın önemi daha büyüktür. Çünkü mazlum, yardıma daha muhtaç ve daha lâyıktır.
Ebu Hureyre (R. A.) şöyle demiştir: Resûlullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem:
-Kimin uhdesinde, bir kimsenin nefsine, yuhut malına tecavüz­den mütevellid bir zulüm ile elde edilmiş bir hak varsa, altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyamet günü gelmezden evvel, bugün dünyada iken o mazlum hak sahibiyle helâllaşsın. Eğer helallaşmazsa, kıyamet gününde zalimin zulmü miktarı alınır da mazluma verilir. Eğer zalimin hasenatı bulunmazsa mazlum hak sahibinin günahlarından alınıp zalim üzerine yükletilir. (Sahih-i Buhari, C. 2. Sh: 67)
İşte zulmün sonu. Binaenaleyh, en ufak bir zulümden, en küçük bir haksızlıktan son derece sakınalım. Her hakkı sa­hibine verelim. Zalimlerin uğrayacakları elîm akıbetleri asla unutmayalım.
Rasulullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem buyuruyor:
Merhamet etmeyene merhamet olunmaz. (Müslim, Kitabu’l-Hacc, 1365, 1366)
Allah Tela insanlara merhamet etmeyene merhamet etmez. (Buhari, Kitabu’l-Edeb, 5947 )
Yine şöyle buyuruyor:
Yüce Allah herkimi Müslümanların işlerinden herhangi bir işin başına geçirir ve o kimse de Müslümanların ihtiyaçlarına, eksiklerine karşı perde indirirse Yüce Allah da kıyamet gününde onun hacet ve ihtiyaçlarına perde indirir. (Tirmizi, Kitabu’l-Ahkâm, 1332, 1333)
Adaletle iş görenler nurdan minderler üzerindedirler. Onlar hükümlerinde, ailelerinde ve velisi oldukları kimseler hakkında adaletle davranırlar. (Müslim, Kitabu’l-İmare, 1827)

KISSA VE HİKAYELER

KOMŞUNUN ŞİKAYETİ
*İNANMIŞ KİMSE KOMŞUSUNA EZİYET ETMEMELİDİR. HADİS-İ ŞERİF
Biri, Rasul-i Ekrem Sallallahü Aleyhi ve Sellemin huzuruna geldi ve:
- Bana eziyet ederek huzurumu bozuyor, diye komşusunu şikayet etti. Rasul-i Ekrem Sallallahü Aleyhi ve Selem:
-Tahammül et ve komşunun gürültü patırtısına aldırma, belki gidişatını değiştirir, buyurdu.
Bir müddet sonra ikinci defa gelerek şikayet etti. Rasul-i Ekrem Sallallahü Aleyhi ve Sellem bu kez de tahammül et buyurdu. Üçüncü defa geldi, ve:
- Ya Rasulallah, benim bu komşum gidişatını düzeltmiyor, beni ve ailemi rahatsız etmek için gerekenlerin hepsini yapıyor, dedi.
Rasul-i Ekrem Sallallahü Aleyhi ve Sellem bu defa ona:
-Cuma günü, ev eşyalarını dışarı çıkar, yoldan gelip geçen halk görsün. Halk, sana “niçin ev eşyalarını buraya döktün?” diye soracaktır. “Kötü komşunun elinden” diyerek şikayetini bütün halka söyle.
Şikayetçi aynısını yaptı, eziyet eden komşu ise peygamber daima tahammül et diyecek diye, hayal ediyordu.
Halbuki zülmün def edilmesi hukukun müdafaası hususunda İslamiyetin, mütecavize saygı göstermeyeceğini bilmiyordu. Böylelikle herkesin huzurunda rezil olacağını sezen eziyetçi komşu, konuyu öğrenince yalvarıp yakarmaya başladı ve adamın, eşyasını evine taşımasını rica etti. Aynı zamanda komşusunu incitecek şekilde bir şey yapmamaya söz verdi.[6]


BÖYLE SULTANA BÖYLE KADI
*KİMİN MALI ZULÜM YOLUYLA ELİNDEN ALINMAK İSTENİR VE BU YOLDA ÖLDÜRÜLÜRSE, O KİMSE ŞEHİTTİR. HADİS-İ ŞERİF
Hızır Bey, İstanbul kâdısı ve belediye başkanı olarak vazifeye başladıktan bir müddet sonra, bir hıristiyan mîmâr geldi. Hızır Beyi buldu. Kâdı efendiye hâlini arzedip, pâdişâh Fâtih Sultan Mehmet Hândan şikâyetçi olduğunu söyledi. O zamanlar, Avrupa ülkelerinde değil kralı mahkemeye vermek, aleyhinde konuşmak bile, bir insanın kendi hayâtından olması demekti. O günlerde, İspanya'da hıristiyanlar, binlerce müslümanı; kadın, ihtiyar, çocuk demeden kılıçtan geçirmekteydi. Bir hıristiyan ise, bir müslüman devletinde, o devletin kâdısına, devletin pâdişâhını şikâyet edebilme hakkını kendisinde bulabiliyordu.
Hızır Bey, hıristiyan mîmârı dinledi. Fâtih Sultan Mehmet Hân, bugünkü Ayasofya Câmiinden daha yüksek kubbeye ve daha üstün mîmârî husûsiyetlere sâhip bir câmi yaptırmak istemiş ve o hıristiyan mîmâr da bu işe tâlip olmuştu. Ama bir hıristiyan olarak, müslümanların, meşhûr Ayasofya kilisesinden daha üstün husûsiyetleri hâiz bir esere sâhip olmalarına gönlü râzı olmamıştı. Bu gâyesini gerçekleştirebilmek için de, böyle bir câmiyi kendisinin yapabileceğini söyleyerek işe tâlip oldu. Câminin inşâatı başladı. Mısır'dan binbir zahmetle getirilmiş sütunların yüksekliklerini kısa tutmuş, dolayısıyle kubbenin yüksekliği de Ayasofya'dan alçak olmuştu. İnşâatın bitmesine yakın ziyârete giden Fâtih Sultan Mehmet Hân, sütunların kasıtlı olarak küçültülüp, meşhûr Ayasofya'dan daha üstün bir binânın yapılmaması gayreti güdüldüğünü anladı. Bu hâle çok hiddetlendi. Hıristiyan mîmârın cezâlandırılmasını emretti. Emir yerine getirildi. Eli kesildi. Yüzlerce kilometreden binbir emekle gelen mermer sütunlar, hıristiyan gayreti ile kısaltılmış, Sultanın emri ve iyi niyeti ayaklar altına alınmıştı. Üstelik devletin kânun ve nizâmına uymak karşılığında zımmîlik hakkı bahşedilmiş olmasına rağmen, böyle bir yola tevessül etmişti.
Bir mîmâr için el, her şeyden daha fazla lüzumluydu. Ama maâlesef, düşünmeden işlediği bir suça diyet olmuş, elsiz kalmıştı. İki çocuğu bir hanımı vardı. Müslümanların hâlini, Osmanlıların adâletini bilenler;
-Bu işte bir acelelik var, müslümanlar bu işi yapanı suçlu bulurlar, hele onların âdil kâdıları, pâdişâhın bile gözünün yaşına bakmaz cezâsını verirler, dediler.
Hıristiyan mîmâr pek inanmadıysa da, ısrârlar karşısında dayanamayıp kâdıya gitmeye karar verdi. İşte onun için, Hızır Beyin huzûrunda bulunmaktaydı. Bütün bunları, âdil Osmanlı'nın âdil kâdısına tek tek anlattı. Hızır Bey, tam bir sükûnetle hâdiseyi dinledi. Daha sonra soruşturup, meseleye vâkıf oldu. Şâhidlerle berâber, Fâtih Sultan Mehmet Hânı, imparatorların, kralların, beylerin taht ve mülkleri, iki dudağı arasından çıkacak bir çift söze bağlı olan Osmanlı pâdişâhını mahkemeye dâvet etti. Bildirilen saatte mahkeme teşkîl edildi. O sırada, Fâtih Sultan Mehmet Hân da geldi. Eli kesilen hıristiyan mîmâr ayakta duruyor, ürkek ürkek etrâfını seyrediyordu. Böyle bir mahkemeyi ilk defâ görüyordu. Çünkü onların bildiği, güçlü olanın hâkim olmasıydı ve gücü yetene her şey mübahtı. Köhne Bizans, zayıf olan herkesin ezildiği, güçsüzün elinden ekmeğini kapanın kahraman olduğu, mahkemelerin değil suçluya cezâ vermek, zulüm gören mâsûmu cezâlandırdığı bir yerdi. Böyle bir toplumdan gelen bir kimse, Osmanlının âdil idâresini hayâl bile edemezdi.
İstanbul Fâtihi Sultan Mehmet Hân, mahkeme salonu olarak kullanılan yere girince, baş köşede bulunan yere oturmak arzusuyla o tarafa doğru yöneldi. Pâdişâhın bu hâlini gören kâdı Hızır Bey, hiç çekinmeden;
-Oturma begüm!.. Hasmınla yüzleşmek üzere, mahkeme huzûrunda ayakta dur! dedi.
Sultan, sözü ikiletmeden söylenilen yere geçti. Mahkemenin pâdişâhı Hızır Beydi. Çünkü Hızır Beyin şahsında, İslâmiyetin âdil hükümleri karşısında bulunmaktaydı. Hızır Bey;
-Sen, Murâd oğlu Mehmet! Bu zımmînin elini kestirdin mi? deyip söze başladı.
Mahkeme neticesinde;
-Sen, Murâd oğlu Mehmet! Mahkeme edilmeden bu zımmînin elini kestirdiğin için kısas olunacaksın! Senin elin de onunki gibi kesilecek! Eğer zımmîyi râzı edebilirsen, ölünceye kadar onun ve çoluk-çocuğunun maîşetini temin etmek karşılığında elini kesilmekten kurtarabilirsin! dedi.
Herkesle birlikte Pâdişâh da tam bir sükûnet içerisinde kararı dinledi. Hıristiyan mîmâr, bu ulvî karar karşısında daha fazla dayanamadı. Ağlayarak Pâdişâhın ellerine kapandı. Ölünceye kadar maîşetini temin etmek karşılığında anlaştılar. Zâlimleri bile ağlatacak böyle bir adâletin, ancak hak bir dînin mensupları tarafından icrâ edilebileceğini düşünen hıristiyan mîmâr, âile efrâdı ile birlikte müslüman olmakla şereflendi. O da yüce İslâm dîninin yayılması için gayret eden kimseler arasına katıldı.
Bu mahkemeden birkaç gün sonra, Fâtih Sultan Mehmet Hân, Kâdı Hızır Beyi ziyâret etti. Mahkeme esnâsında gösterdiği adâlete teşekkür edip;
-Eğer bana, bir suçlu gibi değil de, bir pâdişâh gibi muâmele etseydin, seni şu kılıcımla parçalardım, dedi.
Hızır Bey de, Pâdişâha mahkeme esnâsındaki hâl ve hareketleri için teşekkür ettikten sonra;
- Eğer pâdişâhlığına güvenip, dînin emri olan hükmüme karşı gelseydin, seni ben de bu hançerimle oracıkta hallederdim. Dedi. Bakanlar, Hızır Beyin’in bu tutumuna hayran kalarak; "Böyle sultana, böyle kâdı." demekten kendilerini alamadılar.
[1] Derleyen, YETER Hasan Vehbi, Emekli öğretmen, Honaz / 2007
[2] Sözlük manaları
[3] İslam Hukukunda Suç ve Ceza / Şemsettin AYVADERE

[4] Sözlük manaları
[5] Büyük Günahlar, İmam Zehebi, Ravza yayınları, İstanbul, 2001/57
[6] Usul-i Kafi, c. 2, Bab-ı “Hak al-Cıvar”

Hiç yorum yok: