20 Eylül 2008 Cumartesi

ŞEYTAN

ŞEYTAN[1]
*O SİZE ANCAK KÖTÜLÜĞÜ, ÇİRKİNİ VE ALLAH HAKKINDA BİLMEDİĞİNİZ ŞEYLERİ SÖYLEMENİZİ EMREDER.( BAKARA, 169)
Şeytan; Kötü rûhun, kötü birinin, kötülüğe teşvik edenin, kötülüğün temsilcisinin, karanlık ve dalâletin önderinin, Allah'ın ve O'nu seven, O'na kullukta bulunan herkesin büyük düşmanının müşahhaslaştırılmış şekli veya kötülüğün sembolü olmuş varlıktır. İnsanın içinde bulunan kötü düşünce, kötü niyet, kötü duyguların kaynağıdır. Çok kurnaz, çok uyanık sapkın kimseye de şeytan denir.[2]
Şeytan (Satan) İbranice asıllı bir kelimedir. Şeriat örfünde ise, Yüce Allah'ın Âdem'e secde emrine karşı gelip isyan ettiği için ilâhi rahmetten kovulan ve insanların amansız düşmanı olan, cin taifesinin inkarcı kesiminden gizli bir varlıktır.
Yaratılışı ve Hz. Âdem'e secde emrinden önceki durumu:
Evrende Adem (a.s) den önce yaratılmış melek ve cin adında iki varlık mevcuttu Şeytan, cin denen varlık grubuna mensup idi. Hz. Âdem'e secde emrine kadar hissiyatına dokunan bir teklif yapılmamış ve imtihan olunmamıştı. Onun bu ana kadar, Allah'ın emirlerine göre mi, yoksa öz nefsinin isteklerine göre mi hareket ettiği bilinmiyordu.
Âdem'e secde emri onun hissiyâtına ters düştü. Emri yerine getirmekten kaçındı. Gerekçe, kendisinin ateşten, Adem'in ise topraktan yaratılmış olmasıydı. Böylece o, itiraf ve özür dileme yerine itirazı tercih etti. Ona göre ateşten yaratılmış olmak bir üstünlük sebebiydi. Böylece o, ateşin topraktan üstünlüğü gibi iki madde arasında, aslında olmayan bir farklılık görmüştü. Her iki maddenin yaratıcısının da Allah olduğunu itiraf etmesine rağmen Âdem'in yeryüzünde Allah'ın halifesi olması, Allah'tan bir ruh taşıması gibi asıl üstünlüklerini bilmezden gelmişti.
Hz. Adem (a.s.)'a secde emri karşısında büyüklük taslaması sonucu ilàhi rahmetten ümidini kesen ve tamamen yalnız kalan şeytan, hayatından da endişe etmeye başladı.
-İnsanların tekrar dirilecekleri güne kadar, bana mühlet ver (A'raf, 14) diye Allah'a yalvardı.
KISSA VE HİKAYELER
KOMADA DUYULAN SES
*ŞEYTAN DA, MELEK DE İNSANOĞLUNA SOKULARAK ONUN KALBİNE BİRTAKIM ŞEYLER ATARLAR. (HADİS-İ ŞERİF)
1989 yılında geçirdiğim bir trafik kazası sonu­cunda koma halinde hastaneye kaldırılmıştım. Ya­nımda bulunan eşim vefat etmiş, beni kontrol eden doktor, kan deryası içinde kalan vücudumda bir ha­yat emaresi göremediğinden, bana da ölü raporu vermişti. O akşamki TRT haber bülteninde, kazada ölen kişilerin arasında benim de ismim bulunuyor­du.
Daha sonraları ölmediğim anlaşılmış ve üç gün devam eden koma halinden sonra kendime gelmiş­tim. Fakat kazadaki darbelerin tesiriyle gözlerimi açamıyor, vücudumun hiçbir noktasını kımıldatamıyordum. Koluma takılan serumdaki uyuşturucula­rın tesiriyle de, fazla bir şey düşünemez hâle gelmiş­tim. Tam manâsıyla yaşayan bir ölü gibiydim. İlk ön­ce kendimi çok ağır bir uykuda zannettim. Bir türlü uyanamadığım bir uykuda. Bu sırada başucumdaki konuşmaları duydum. Sesinden tanıdığım amcam:
-Doktor bey, üç gündür hiçbir gelişme yok, di­yordu. Müsaade ederseniz, hastamızı Ankara'ya gö­türelim. Doktor ise:
-Hastanız her an ölebilir, diye cevap verdi. Bu durumda nakline izin vermek cinayettir. Zaten böy­le bir mesuliyetin altına da giremem.
Bu konuşmalar üzerine büyük bir kaza geçirdi­ğimi anlamış ve doktorun "Her an ölebilir" sözüyle dehşete kapılmıştım. Fakat duyma ve düşünme duygularımın dışındaki bütün fonksiyonlarımı kaybetti­ğimi hissediyordum. Ölmekten çok Cenâb-ı Hakk'a hesap verememekten korkuyor ve boğazım sıkılmış gibi sık sık nefes alıyordum.
Ruhumu teslim etmekte olduğumu zanneder­ken, nereden geldiğini anlayamadığım bir ses, be­nimle konuşmaya başladı. Ve ne için bu kadar korktuğumu sordu. Sebebini söylediğimde, aynı ses:
-Korkacak hiçbir şey yok, dedi. Tamamen asıl­sız ve hurafe şeylere inandırıldığın için böyle sıkıntı çekiyorsun. Allah ve âhiret günü diye bir şey yok ki sıkıntısı olsun. Sana bunların boş şeyler olduğunu ispat edeceğim. Eğer beni tasdik edersen, hiçbir sı­kıntı ve endişen kalmadığını göreceksin.
Kendimi, yıkılan bir dağın altında kalmış gibi hissettiğim için:
-Peki hemen anlat ve beni bu sıkıntıdan kur­tar, dedim. O ses:
-Biliyorsun ki çekirdekler önce fidan, sonra ağaç olur, dedi. Daha sonra da ömrünü tamamlar suları çekilir, kurur ve toprağa karışırlar. Hayvanlar da bizim gibi doğar, büyür, gelişir ve ömürlerini ta­mamladığında toprak olurlar. Sen o ağaçların veya hayvanların, senin gibi endişe duyup, korktuklarını gördün mü? Elbette hayır. Çünkü onlar, bâtıl şeyle­re inandırılmamışlar. Yani yeniden dirilme veya he­saba çekilme diye bir şey olmayacağı için, onların da bu tür şeylerden endişesi yoktur. Sen de boş şeyleri kafandan atarsan, hiçbir sıkıntın kalmayacak, gör bak nasıl rahat edeceksin!.
Bu sözleri işittikten sonra sıkıntım daha da art­tı. “Acaba dediği gibi inkâra sapsam, rahatlar mı­yım?” diye düşünüyor, fakat kalp ve ruh gibi latifele­rimin, bu inkârı kabule yanaşmadıklarını hissedi­yordum.
Birden, sanki bir elektrik lâmbasına dokunmuş gibi zihnim aydınlanmaya başladı. Daha evvel oku­duğum veya dinlediğim imânî bahisler, bir film şeri­di gibi gözümün önünden geçiyordu. O sese hita­ben:
-Beni yalan ve cerbeze ile aldatmak istiyorsun dedim. Ama ben akıl sahibiyim ve bu yüzden yaptık­larımdan mes'ûlüm. Sen beni akılsız hayvanlar ve şuursuz bitkilerle nasıl bir tutabilirsin? Ben, elbette hesap vermekten endişe duyarım. Çünkü bana, hay­van ve bitkilere verilenlerden belki bin defa daha gelişmiş vaziyette ihsan edilen cihazları ve akü nimeti­ni nefis ve heva yolunda sarfetsem, onlardan bin de­fa daha aşağılara düşerek âhirette cezaya müstehak olurum. Hem bir iğne ustasız, bir resim ressamsız bir köy muhtarsız olamazken, bu kusursuz kâinatın bir sahibi ve yaratıcısı olmaz mı? Ve bütün kâinatla birlikte beni de mükemmel şekilde yaratan Rabbim, beni hesaba çekmeyerek başıboş bırakır mı?
Evet, imân nurları o zor anlarımda imdadıma yetişmiş ve içinde bulunduğum karanlık dünyamı ay­dınlatmaya başlamıştı. Nurlardan edindiğim iman hakikatlerini anlattıkça, sıkıntılarımın hafiflediğini hissediyordum. Biraz sonra o ses tamamen susmuş ve bana cevap veremez hâle gelmişti.
Daha sonra kendime gelmişim ve arkadaşlarımın anlattıklarına göre dışarıdaki ezan sesini duyup, na­maz kılmak istemişim.
Bu mektubu sizlere yazarak başımdan geçen bu ürpertici hâdiseyi anlatmamın sebebi, iman hakikat­lerine ne kadar muhtaç olduğumuzu ifade etmek içindir. Çünkü son nefeste iman ile kabre gitmek ve onu cennet bahçelerinden bir bahçeye çevirerek inşaallah ebedî saadeti kazanmak, tamamen bu hakikatların elde edilmesine bağlıdır.
Şeytanın, ölüm anındaki insanlara musallat olduğunu, onları inkara saptırmak için akıllarına ves­vese verdiğini ve bu yüzden de kuvvetli bir imana sahip olunması gerektiğini bütün mü'min kardeşleri­miz biliyordur. Fakat ben, bu durumun bir örneğim, ölüm öncesinde, Cenâb-ı Hakkın izniyle yaşadım. Ve bu hâdiseyi de Zafer Dergisi kanalıyla bütün ina­nanlara anlatmayı bir vazife bildim. İnşaallah bir alâmet-i gurur olmamıştır.[3]

[1] Derleyen, YETER Hasan Vehbi, Emekli öğretmen, Honaz / 2007
[2] Sözlük manaları
[3] Mehmet Dikmen “Esrarengiz Olaylar” s:70

Hiç yorum yok: