20 Eylül 2008 Cumartesi

ZİNA ETMEK

ZİNA ETMEK[1]
* BİR KEDİNİN DOKUZ CANI, BİR KADININ DA DOKUZ KEDİ KADAR CANI VARDIR. FULLER
Zina, Âkıl ve bâliğ olan (akıllı, ergenlik çağına ulaşmış) kadın ve erkeğin aralarında nikâh olmadan gayr-i meşrû münâsebette bulunmalarıdır. Zina eden erkeğe "zânî" kadına ise "zâniye" denir.
Hanefîler, bir fıkıh terimi olarak zinayı şöyle tarif etmişlerdir: İslâmî hükümlerle yükümlü bulunan bir erkeğin, kendisine cinsel istek duyulacak yaştaki diri bir kadına, İslâm ülkesinde nikâh akdine veya cariyelik gibi haklı bir nedene dayanmaksızın önden cinsel temasda bulunmasıdır.
Zina, semavî ve ilâhî dinlerin hepsine haram kılınmış ve şiddetli ceza müeyyideleri konmuş ve icra edilmiştir.
İslamda evlilik dışı cinsî ilişki haramdır; çünkü bu, ne­sebin (soyun) karışmasına, nesillerin mahvolmasına, ailelerin dağılmasına, hısımlık bağlarının kopmasına, bulaşıcı hastalıkla­rın yayılmasına, kadının eşya gibi pazarlanmasına, şehvet duy­gusunun azarak ahlakı dejenere etmesine sebep olmaktadır.
İslam bu münasebete götürecek yolları bile haram kılmıştır. Kur'an-ı Kerîm’de Yüce Mevlâ şöyle buyurmaktadır:
"وَلاَ تَقْرَبُوا الزِّنَآى اِنَّهُ كاَنَ فاَحِشَةً. وَسَاءَ سَبِيلاً." 32
Zinaya yaklaşmayın. Zira o, bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur. (İsra, 32)
İslam alimleri, kesin olarak yasaklanan zinanın; dini, aklı ve rızkı noksanlaştırdığını, Allah’ın gazabına uğrattığını, dua ve ibadetlerin kabul olmasına engel olduğunu ve nesli bozduğunu söylemişlerdir. Zina bu fenalıklarından dolayı büyük günah sayılmıştır. Nefsi ve nesli bozan bu davranışta muhakkak ceza görecektir.
İslãm'ın amaçlarından biri de nesillerin korunması, sağlıklı bir toplum yapısının oluşturulmasıdır. Bu bakımdan fuhuş ve fuhşa götüren bütün davranışlar zinaya yaklaştıran tutumlar olarak haram kılınmış; mümin erkek ve kadınların gözlerini haramdan sakınmaları, kadınların tahrik edici bir şekilde giyinip süslenmemeleri emredilmiş; mahrem olmayan kadın ve erkeklerin birbirlerine dokunmaktan, şehevî arzuları kabartan söz ve davranışlarda bulunmaktan sakınmaları istenmiştir. Ayrıca kadının erkeğin cinsî duygularını uyandıracak şekilde yürümesi de hoş görülmemiştir
KISSA VE HİKAYELER

KABİRDE KONUŞAN GENÇ
* KÖTÜ KIZDAN İYİ KARI OLMAZ. FRANKLIN
Takva sahibi olmak, hayatın her döneminde güzel. Ama fırsatlar çağı gençlikte bir başka güzel. Güce, kuvvete, güzelliğe rağmen günahlardan sakınanların mükafatı ebedi mutluluk. Hayatın baharı şeytana satılmazsa, sonsuz bahar bir adım ötede.
Hz. Ömer'in (R.A.) halifeliği döneminde ibadet ehli, son derece takva sahibi bir genç vardı. Hz. Ömer'in hayret ve takdirle izlediği bu gencin kalbi, Allah ve Rasulü'nün (A.S) sevgisiyle doluydu. Vakit namazlarında cemaati kaçırmaz, namazdan çıkar çıkmaz evine döner ve ihtiyar babasının hizmetini görürdü.
Bu gencin evine giden yolu bir kadının kapısının önünden geçiyordu. Kadın her defasında gencin yoluna çıkarak çirkin tekliflerde bulunuyor, fakat genç, Allah korkusundan ona iltifat etmiyordu.
Yine bir gün yatsı namazını kıldıktan sonra evine giderken, kadın tekrar karşısına çıktı. Bu sefer bütün maharetini kullanarak genci kandırmayı başardı. Fakat genç, kadının ardı sıra eve girerken birden bire Allahu Tealâ Hazretleri'ni hatırladı ve korkuyla dilinden şu ayet döküldü:
Takvaya erenler var ya; onlara şeytandan herhangi bir vesvese iliştiği zaman Allah'ın emir ve yasaklarını hatırlayıp, hemen gerçeği görürler. (A'raf, 201)
Hemen ardından da bayılarak düştü. Kadın hizmetçisini çağırdı. Genci tutarak evinin önüne getirip koydular. Sonra da kapıyı çalarak babasına haber verdiler. Babası dışarı çıkınca, oğlunu baygın bir vaziyette kapının önünde buldu. Komşulardan bir kaçı genci tutup eve taşıdılar. Uzun bir müddet baygın kalan genç kendine gelince, babası:
- Evladım neyin var ne oldu? diye sordu. Oğlu:
- Bir şeyim yok. dedi. Babası:
- Allah aşkına söyle! deyince, oğlu başından geçenleri anlattı. Babası:
- Hangi ayeti okumuştun? diye sordu. Genç, ayeti okudu ve tekrar kendinden geçti. Bir de baktılar ki genç ruhunu teslim etmiş. Bunun üzerine genci yıkadılar ve gece vakti götürüp göz yaşlarıyla defnettiler. Sabah olunca olay Hz. Ömer'e bildirildi. Hz. Ömer, gencin babasına gelerek başsağlığı diledi ve:
-Bana niye haber vermedin? diye sordu. Gencin babası:
-Ey Mü'minlerin Emiri, vakit geceydi. dedi. Hz. Ömer:
-Bizi onun kabrine götürün. dedi. Hz. Ömer ve beraberindekiler gencin kabrine geldiler. Hz. Ömer (R.A):
-Ey filan kişi! Rabbin makamında durmaktan korkanlara iki cennet var. (Rahman, 46) ayetini okudu. Kabirdeki genç konuşup:
-Ya Ömer! Rabbim Cennette bana onları iki defa verdi. diye cevap verdi.[2]

[1] Derleyen, YETER Hasan Vehbi, Emekli öğretmen, Honaz / 2007
[2] Hayatü's-Sahabe

TEKFİR ETMEK

TEKFİR ETMEK[1]
*BİR KİMSE MÜSLÜMAN KARDEŞİNİ TEKFİR EDERSE KÜFÜR (TEKFİR EDİLEN VEYA EDENDEN) BİRİ ÜZERİNE DÖNER. (HADİS-İ ŞERİF)
Tekfir; Setretme, örtme, ortadan kaldırma, yok etme, kefaret verme anlamlarındadır. Birisine kafir deme, kafirliğine hükmetme demektir. Bir müslümanı veya müslüman kabul edilen bir kimseyi küfre nisbet etme; küfre girdiğini söylemektir. Kafirlik isnat etme, kafir saymadır.[2]
Allah'ın varlığını inkâr etmek, Ulûhiyetinde ve rubûbiyetinde O'na ortak koşmak, Kur'an'da zikredilen isim ve sıfatlarını inkâr etmek insanı küfre düşürür. Allah'a, sıfatlarının zıddını isnat etmek, meselâ âciz olduğunu söylemek ya da eksiklik ifade eden sıfatlarla O'nu nitelemek, eşyaya hulûl ettiğini iddia etmek yine küfürdür.
Peygamber ve peygamberlik müessesesi konusunda küfre götüren hususların belli başlı olanları ise şunlardır: Peygamberlik müessesesini inkâr etmek, Kur'an'da ismi geçen peygamberlerden birini veya bazısını inkâr etmek, peygamberlerden birine uluhiyet isnad etmek, peygamberleri veya onlardan birini tahkir ederek onlarla alay etmek, evliyanın peygamberlerden üstün olduklarını iddia etmek küfürdür.
Kur'an-ı Kerim'in tamamını veya bir kısmını inkâr etmek, Kur'an'da zikredilen şeylerin varlığına inanmak, Kur'an'dan olmayan bir şeyi Kur'an'a ilave etmek. Allah'ın indirdiğinden başkasını ona üstün tutan ya da başka bir düzeni benimseyen, İslâmî emir ve hükümlerinin devrinin geçtiğini savunan kişinin küfre girdiğinde şüphe yoktur.
Ehl-i Sünnet'in mutemet kaynaklarından biri olarak kabul edilen "Şerhu'l-Akaidi't-Tahaviyye" isimli eserde hükümle ilgili olarak şöyle denilmektedir: İster yönetici olsun ister idare edilen halktan herhangi biri olsun her kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmenin gerekli olmadığını, kişilerin onları uygulayıp uygulamamakta serbest olduklarını iddia eder ya da bu konudaki Allah'ın emirlerini küçümseyecek olursa yine küfre girmiş olur. Ama Allah'ın emirlerinin üstünlüğüne ve bu hükümlere uymadığı takdirde ahirette cezaya çarptırılacağına inandığı halde bu emirlere muhalefet ediyorsa küfre girmez[3]
Yeryüzünde tagutu tekzip ederek Allah’a iman etmiş bir müslümanı küfürle damgalamak, küfürdür. Çünkü böyle bir durumda küfrü kuvvetlendirip güçlendirme söz konusudur. İslam’a göre küfrü kuvvetlendirip güçlendiren her emare küfürdür.
İman esaslarına riayet ederek müslüman olmuş ve hayatında “elfaz-ı küfür” ile “efal-i küfür” meydana gelmemiş bir kişi, sırf bir, başkasının “sen kafirsin” sözüyle kafir olmaz. Aksine böyle birisine “sen kafırsin“ diyen kişi kafir olur.
KISSA VE HİKAYELER
SULTAN MURAD HAN
*BİR ÇOK İNSANIN DEĞERİ HAYATTAYKEN DEĞİL, ANCAK ÖLDÜKTEN SONRA ANLAŞILIR. (CİCERO)
Sultan Murat Han o gün bir hoştur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Veziriazam Siyavuş Paşa sorar :
- Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?
- Akşam garip bir rüya gördüm.
- Hayırdır inşallah?..
- Hayır mı şer mi öğreneceğiz.
- Nasıl yani?
- Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.
Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt'a çıkar, döner Vefa'ya, Zeyrek'ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar. Sorarlar;
- Kimdir bu? Ahali:
- Aman hocam hiç bulaşma, derler. Ayyaşın meyhuşun biri işte!..
- Nerden biliyorsunuz?
- Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz. Bir başkası tafsilata girer;
- Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkardır. Azaplar Çarşısı'nda çalışır. Nalının hasını yapar... Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa nerde namlı kadın ona harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de mimli kadın varsa takar peşine Hele yaşlının biri çok öfkelidir.
-İsterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir sefer cemaatte gören olmuş mu?..
Hasılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdili kıyafet mollalar kalırlar mı ortada!.. Tam vezir de toparlanıyordur ki padişah yolunu keser:
- Nereye?
- Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
-Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem... Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebamızdır. Defini tamamlamak gerek.
- İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar kurtuluruz vebalden.
- Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
-Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
- Mollalığa devam... Naaşı kaldırmalıyız en azından.
- Aman efendim, nasıl kaldırırız?
- Basbayağı kaldırırız işte.
-Yapmayın etmeyin sultanım, bunun yıkanması paklanması var. Tekfini, telkini... Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.
- Şurada bir mahalle mescidi var ama...
- Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?
- Ne bileyim, Ayasofya'dan Süleymaniye'den, en azından Fatih Camii'nden..
- Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii'ni iyi dedin. Hadi yüklenelim... Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa... Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki naaş ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur aydınlanır alnında. Yüzü sâkilere benzemez. Hem manâlı bir tebessüm okunur dudaklarında.... Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de keza... Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine hayli vardır daha... Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.
- Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba...
- Nasıl yani?..
-Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?..
-Doğru, öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.
Vezir cüzüne, tespihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.
-Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun. Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar... Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından...
-Biliyor musun oğlum? Diye dertli dertli söylenir... Efendi bir âlemdi, vesselam... Akşamlara kadar nalın yapar... Birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya!..
- Niye?
- Ümmeti Muhammed içmesin diye...
- Hayret...
-Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi. Öyleyse şimdi dinleseniz gerek... O çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım onlara...Mızraklı ilmihal, Hücceti İslam okurdum...
-Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki...
-Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescitlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kabe'yi görmeli...
-Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?
-İşte bu yüzden Nişancı'ya, Sofulara uzanırdı ya... Hatta bir gün;
-Bakasın efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun komşular kötü belleyecek, inan cenazen kalacak ortada...
-Doğru, öyle ya?..
-Kimseye zahmetim olmasın, deyip mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim, iş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?
-Peki o ne dedi?
-Önce uzun uzun güldü, sonra;
-Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?
Allahü Teâla’nın öyle kulları vardır ki, halk onları bilmez. Hoş, bazen kendileri de makamlarının farkında değillerdir. Hulus-u kalp ile boyun büker ümmeti Muhammet'e, halifeyi müslimine dua ederler. Samimi niyazları ile zırh olurlar sultana... Bir seher vakti gözyaşı ile yapılan dua, binlerce topun yapamadığını yapar.
Kralları yıkar, kaleleri parçalar.
İşte NALINCI BABA o adsız sansız Allah dostlarından biridir. Asıl adı Muhammed Mimi Efendidir. Bergamalıdır. 1592 yılında vefat etti. Cenaze hizmetlerini bizzat padişah gördü. Ve mübareği evine defnetti.
Kabri üzerine bir kubbe, içine bir çeşme koydurdu. Dahası bir tekke ile yaşattı adını. Türbesi Unkapanı'nda, Cibali Tütün Fabrikası'nın arkasında, Harabzade Camii karşısındadır.
Bu ibret verici hikayeyi okuduk, şimdi bir düşünelim o insanlar nasıl yaşıyormuş, biz nasıl yaşıyoruz? Geçen zamanın bizlerden ne kadar çok şeyi alıp götürdüğünü açık-seçik olarak görüyoruz.

[1] Derleyen, YETER Hasan Vehbi, Emekli öğretmen, Honaz / 2008
[2] Sözlük manaları
[3] İnternet- İslam Ansiklopedisi- M. Sait ŞİMŞEK

ŞİRK KOŞMAK

ŞİRK KOŞMAK[1]
* MESNEVİMİZ VAHDET DÜKKANIDIR, ORADA BİR’DEN BAŞKA NE GÖRÜRSEN PUTTUR. MEVLÂNA
Şirk : Eş koşma, müşriklik, ortak olma demektir. Dinî anlamda şirk, Allah'a eş ve ortak koşma manasına gelir. Allah’tan başka bir tanrı olduğuna inanma yani küfürdür. Allah’dan (Celle celeelüh) ümidini keserek başkasından medet beklemedir.[2]
Allah’a şirk koşan kimseye “Müşrik” denir. Müşrik, Allah’ı inkar etmemekle birlikte başka bir kimseyi veya varlığı O’na eş ve ortak koşan kimsedir. Böyle bir kimse aynı zamanda imanı olmadığı için kafirdir. Pek çok ayette müşrikler kafir olarak da zikredilmişlerdir.
Yüce Allah'ın şirke bakışını ve şirkin Kur'an'daki tanımını sergileyen diğer bir ayetin meâli şöyledir:
Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; ondan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa büsbütün sapıtmıştır. (Nisa, 116)
إِنَّ اللّهَ لاَ يَغْفِرُ أَن يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَلِكَ لِمَن يَشَاء وَمَن يُشْرِكْ بِاللّهِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلاَلاً بَعِيدًا {116}
İnsan, put, ağaç, tabiat, yıldız veya başka bir varlığa ibadet etmek şirktir. İslam mevki ve makamı ne olursa olsun, hiç bir insana ibadet edilmesini, önünde eğilinmesini kabul etmez.
Şirk Allah'a karşı işlenebilecek günahların en büyüğü olduğu içindir ki eşsiz merhamet sahibi Yüce Yaratıcı, tüm günahları affedeceğini bildirdiği halde, şirki bu af kapsamının dışında tutmuştur.
Yüce Allah Kur'an'da:
Muhakkak ki şirk büyük bir zulümdür. (Lokman, 13) diye buyurarak, şirki bir zulüm olarak tanıtmıştır.
Şirk'in af kapsamı dışında bırakıldığı da şöyle belirlenir:
Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları, dilediği kimseler için bağışlar. Kim Allah'a eş tutarsa, şüphesiz pek büyük bir günah ile iftira etmiş olur. (Nisâ, 48) Diğer yandan şirki bırakarak tevbe ve istiğfar eden, akidesini sağlamlaştıran kimsenin ise affedilebileceğinden şüphe yoktur. Çünkü böyle bir kimse artık "müşrik" sıfatından kurtularak mü'min sayılır.



KISSA VE HİKAYELER

EN BÜYÜKLERİ YAPMIŞTIR
*İYİ BİR KUL KEŞKELERLE UĞRAŞMAZ. KÜRŞAT EMİN YETER
Hazret-i İbrâhim aleyhisselâm kavmine bir peygamber olarak gönderildiğinde, onların puta tapıcı dinî telakkilerine karşı çıkmış ve önlerinde eğildikleri putların işe yaramaz birer taş, metal ve ağaç yığını olduklarını anlatmıştı. Onlar ise buna itiraz edip durmuşlardı. Bunun üzerine İbrâhim aleyhisselâm, kavminin zihnini ve vicdânını harekete geçirmek ve onları uyandırmak yoluna başvurmuştu. Ve günün birinde şehir halkı mesîreye çıkmışken, tapınaktaki bütün putları kırıp, baltayı da en büyüklerinin boynuna asmış; onlar dönüp, bu durumu görünce de şaşırıp kalmışlardı. Şimdi hâdisenin gerisini Kur’ân-ı Kerim’den tâkip edelim:
Mesîreden dönen halk;
Bunu ilahlarımıza kim yaptı? Muhakkak o zâlimlerden biridir, dediler. (Bir kısmı da) Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrâhim denilirmiş dediler. ‘O halde, dediler, onu hemen insanların gözü önüne getirin. Belki şâhitlik ederler.’ Sonra da sordular:
-Bunu ilahlarımıza sen mi yaptın ey İbrâhim? İbrahim aleyhisselâm cevap verdi:
-Belki de bu işi, şu büyükleri yapmıştır. Hadi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa!.. Bunun üzerine kendi nefislerine vicdanlarına döndüler (yani kendi kendilerine), ‘Doğrusu siz, hakikaten zâlimlerin ta kendilerisiniz! dediler.Sonra tekrar (eski) kafalarına döndüler (ve Hz. İbrâhim’e),
-Sen bunların konuşmadığını pekâlâ biliyorsun, dediler. İbrâhim aleyhisselâm da,
-Öyleyse, dedi, Allâh’ı bırakıp da, hiçbir şekilde size ne fayda ne de zarar verebilen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Size de, Allâh’ı bırakıp da tapmakta olduğunuz şeylere de yuf olsun! Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?
Aralarından bir kısmı, ‘Eğer bir iş yapacaksanız, yakın onu da ilahlarınıza yardım edin! dediler. (Hz. İbrâhim’in kavmi bu teklifi kabul ederek, onu yakmak için büyük bir ateş hazırladı!.. Ve eli-kolu bağlı olarak ateşe attılar! İbrâhim aleyhisselâm ise, ‘Bana Allâh’ın sahip çıkması yeter; o, ne güzel bir sahip’ diyerek Allâh’a sığınıyordu.)
‘Biz, ‘Ey ateş! İbrâhim için serin ve selâmet ol!’ dedik.’ Yani Cenâb-ı Hak, ateşten sıcaklık ve yakıcılık tabiatını gideriverdi.
Âyet-i kerimede geçen ‘Bunun üzerine kendi nefslerine döndüler’ ifadesindeki nefs, vicdan demektir. Zira bu doğrudan bildiğimiz hevâ ve hevesi ifade eden nefs değil; doğru ve yanlışı, hakkı ve bâtılı, adâlet ve zulmü biribirinden ayıran temel insânî ölçü olan vicdanı ifade eder. Nitekim bu hâdisede Hz. İbrahim’in kavmi, bir an için bir taş yığını olan bir putun eline baltayı alıp diğer putları kıramayacağını anlamış, hakikatin ta kendisiyle karşı karşıya gelmişti. Ne var ki, o bir anlık derûnî muhâsebe, akletme ve gerçeği kabul etmenin tesirinden kurtulup, tekrar eski kafalarına dönmüşler; üstelik de putların dile gelip konuşmayacaklarını itiraf etmek zorunda kaldıktan sonra.
Bu durumda Hazreti İbrahim gayet haklı olarak ‘Yuh size ve Allah’tan başka taptıklarınıza!’ demekte, hemen ardından da, ‘Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?’ diye sormaktadır…
Evet soru bu: ‘Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?’
Cenâb-ı Hakk’tan dileğimiz; verdiği akıl nimetini, kendi yolunda, rızâsına muvâfık şekilde kullanmayı nasip eylesin. Âmîn…
[1] Derleyen, YETER Hasan Vehbi, Emekli öğretmen, Honaz / 2008
[2] Sözlük manaları

ŞEYTAN NASIL ALDATIR?

ŞEYTAN NASIL ALDATIR?[1]
*MUHAKKAK Kİ ŞEYTAN DÜŞMANINIZDIR. (HADİS-İ ŞERİF)
Şeytan aleyhil-la'neh bizim hasmımızdır, düşmanımızdır. Kur'an-ı Kerim'de de buyruluyor:
İnneş şeytâne leküm adüvvün, fettahizûhü adüvvâ Muhakkak ki şeytan düşmanınızdır; siz de onu düşman belleyin, düşman edinin! Şeytanın düşman olduğunu bilin! buyruluyor.
Şimdi bu bir mahlûk ve ateşten yaratılmış. Bizi doğru yoldan çıkartmağa, Allah'ın sevmediği işleri yapmağa teşvik eder, günahları işlemeğe teşvik eder. Allah'ın emirlerinin yapılmasını zor gösterir, yapılmasını istemez, yapılmamasını sağlamağa çalışır. İnsanı Allah'ın emirlerini tutmamaya, Allah'a âsî duruma düşürmeye çalışır. Kendisi emir tutmamıştır, insan oğlunu da âsî duruma, kendisinin durumuna düşürmeğe çalışır. Kendisi gibi cehenneme girsinler diye sapıtmağa çalışır.
Eğer şeytan bir insanın aklını çelemezse, onu günahı işlemeye sevk edemezse, Allah'a âsî duruma düşüremezse; hiç olmazsa hayrı işletmemeğe çalışır. Hayrı işlemesin, sevaplı işi işlemesin, sevaplı işler yapıp da Allah'ın rızasını kazanmasın diye hayırlardan geri tutmağa çalışır. Hayırlardan geri tutmağa güç yetiremezse; çünkü doğrudan doğruya kendisinin bir gücü yoktur, saltanatı yoktur. Yâni ne olursa olsun yaptırırım diye bir saltanatı yoktur.
Bismillahir-rahmanir-Rahim İnnehû leyse lehû sultânün alellezîne âmenû ve alâ rabbihim yetevekkelûn Onun iman eden insanlar üzerine bir hakimiyeti, zorla yaptırım gücü yoktur. Rabbine tevekkül eden, iman eden kullarına zorla bir şey yaptırtamaz.
Ancak vesvese verir, teklif eder. Yâni insanın karşısında ona bir takım teklifler getirip, o teklifleri ona cazip gösteren, allayıp pullayan, hoş gösteren, istettiren, canını çektiren bir varlıktır. Doğrudan doğruya bir gücü yoktur ama, burnuna halkasını taktığı kimseyi ayı oynatır gibi oynatır.
Böyle burnuna halka taktıkları vardır. Kendisinin sözünü dinleyenleri, tâbi olanları vardır ama; mü'minlere, imanı kuvvetli olanlara ve Allah'a tevekkül edenlere doğrudan doğruya yaptırım gücü yoktur. Sadece teklif etme, cazip gösterme, reklam ve propaganda ile kötülüğü yaptırma gayreti vardır.
Şerri yaptıramazsa, şerri cazip gösterip işlettiremezse; "İçki iç, kumar oyna, zina et, şöyle yap, böyle yap; adam öldür, hırsızlık yap..." vs. bunu yaptıramazsa, hayrı işletmemeğe çalışır: "Namaz kılma, oruç tutma, Allah'ın yolunda gitme; sıkıcı zaten bunlar v.s.. Yâni Allah'ın emirlerine karşı insanda bir soğukluk, isteksizlik, onları sevimsiz görme gibi bir şeyi yapmağa çalışır.
İşte bu dünya dâr-ı imtihan olduğundan, burası imtihan yeri olduğundan Allah'ın imtihanı insanın karşısına böyle çıkıyor. Şeytan teklif ediyor, nefis teklif ediyor. İnsan düşünecek, kötü şeyi yapmayacak, iyi şeyi yapacak.[2]

[1] Derleyen, YETER Hasan Vehbi, Emekli öğretmen, Honaz / 2007
[2] İnternet, Esad Coşan

ŞEYTAN

ŞEYTAN[1]
*O SİZE ANCAK KÖTÜLÜĞÜ, ÇİRKİNİ VE ALLAH HAKKINDA BİLMEDİĞİNİZ ŞEYLERİ SÖYLEMENİZİ EMREDER.( BAKARA, 169)
Şeytan; Kötü rûhun, kötü birinin, kötülüğe teşvik edenin, kötülüğün temsilcisinin, karanlık ve dalâletin önderinin, Allah'ın ve O'nu seven, O'na kullukta bulunan herkesin büyük düşmanının müşahhaslaştırılmış şekli veya kötülüğün sembolü olmuş varlıktır. İnsanın içinde bulunan kötü düşünce, kötü niyet, kötü duyguların kaynağıdır. Çok kurnaz, çok uyanık sapkın kimseye de şeytan denir.[2]
Şeytan (Satan) İbranice asıllı bir kelimedir. Şeriat örfünde ise, Yüce Allah'ın Âdem'e secde emrine karşı gelip isyan ettiği için ilâhi rahmetten kovulan ve insanların amansız düşmanı olan, cin taifesinin inkarcı kesiminden gizli bir varlıktır.
Yaratılışı ve Hz. Âdem'e secde emrinden önceki durumu:
Evrende Adem (a.s) den önce yaratılmış melek ve cin adında iki varlık mevcuttu Şeytan, cin denen varlık grubuna mensup idi. Hz. Âdem'e secde emrine kadar hissiyatına dokunan bir teklif yapılmamış ve imtihan olunmamıştı. Onun bu ana kadar, Allah'ın emirlerine göre mi, yoksa öz nefsinin isteklerine göre mi hareket ettiği bilinmiyordu.
Âdem'e secde emri onun hissiyâtına ters düştü. Emri yerine getirmekten kaçındı. Gerekçe, kendisinin ateşten, Adem'in ise topraktan yaratılmış olmasıydı. Böylece o, itiraf ve özür dileme yerine itirazı tercih etti. Ona göre ateşten yaratılmış olmak bir üstünlük sebebiydi. Böylece o, ateşin topraktan üstünlüğü gibi iki madde arasında, aslında olmayan bir farklılık görmüştü. Her iki maddenin yaratıcısının da Allah olduğunu itiraf etmesine rağmen Âdem'in yeryüzünde Allah'ın halifesi olması, Allah'tan bir ruh taşıması gibi asıl üstünlüklerini bilmezden gelmişti.
Hz. Adem (a.s.)'a secde emri karşısında büyüklük taslaması sonucu ilàhi rahmetten ümidini kesen ve tamamen yalnız kalan şeytan, hayatından da endişe etmeye başladı.
-İnsanların tekrar dirilecekleri güne kadar, bana mühlet ver (A'raf, 14) diye Allah'a yalvardı.
KISSA VE HİKAYELER
KOMADA DUYULAN SES
*ŞEYTAN DA, MELEK DE İNSANOĞLUNA SOKULARAK ONUN KALBİNE BİRTAKIM ŞEYLER ATARLAR. (HADİS-İ ŞERİF)
1989 yılında geçirdiğim bir trafik kazası sonu­cunda koma halinde hastaneye kaldırılmıştım. Ya­nımda bulunan eşim vefat etmiş, beni kontrol eden doktor, kan deryası içinde kalan vücudumda bir ha­yat emaresi göremediğinden, bana da ölü raporu vermişti. O akşamki TRT haber bülteninde, kazada ölen kişilerin arasında benim de ismim bulunuyor­du.
Daha sonraları ölmediğim anlaşılmış ve üç gün devam eden koma halinden sonra kendime gelmiş­tim. Fakat kazadaki darbelerin tesiriyle gözlerimi açamıyor, vücudumun hiçbir noktasını kımıldatamıyordum. Koluma takılan serumdaki uyuşturucula­rın tesiriyle de, fazla bir şey düşünemez hâle gelmiş­tim. Tam manâsıyla yaşayan bir ölü gibiydim. İlk ön­ce kendimi çok ağır bir uykuda zannettim. Bir türlü uyanamadığım bir uykuda. Bu sırada başucumdaki konuşmaları duydum. Sesinden tanıdığım amcam:
-Doktor bey, üç gündür hiçbir gelişme yok, di­yordu. Müsaade ederseniz, hastamızı Ankara'ya gö­türelim. Doktor ise:
-Hastanız her an ölebilir, diye cevap verdi. Bu durumda nakline izin vermek cinayettir. Zaten böy­le bir mesuliyetin altına da giremem.
Bu konuşmalar üzerine büyük bir kaza geçirdi­ğimi anlamış ve doktorun "Her an ölebilir" sözüyle dehşete kapılmıştım. Fakat duyma ve düşünme duygularımın dışındaki bütün fonksiyonlarımı kaybetti­ğimi hissediyordum. Ölmekten çok Cenâb-ı Hakk'a hesap verememekten korkuyor ve boğazım sıkılmış gibi sık sık nefes alıyordum.
Ruhumu teslim etmekte olduğumu zanneder­ken, nereden geldiğini anlayamadığım bir ses, be­nimle konuşmaya başladı. Ve ne için bu kadar korktuğumu sordu. Sebebini söylediğimde, aynı ses:
-Korkacak hiçbir şey yok, dedi. Tamamen asıl­sız ve hurafe şeylere inandırıldığın için böyle sıkıntı çekiyorsun. Allah ve âhiret günü diye bir şey yok ki sıkıntısı olsun. Sana bunların boş şeyler olduğunu ispat edeceğim. Eğer beni tasdik edersen, hiçbir sı­kıntı ve endişen kalmadığını göreceksin.
Kendimi, yıkılan bir dağın altında kalmış gibi hissettiğim için:
-Peki hemen anlat ve beni bu sıkıntıdan kur­tar, dedim. O ses:
-Biliyorsun ki çekirdekler önce fidan, sonra ağaç olur, dedi. Daha sonra da ömrünü tamamlar suları çekilir, kurur ve toprağa karışırlar. Hayvanlar da bizim gibi doğar, büyür, gelişir ve ömürlerini ta­mamladığında toprak olurlar. Sen o ağaçların veya hayvanların, senin gibi endişe duyup, korktuklarını gördün mü? Elbette hayır. Çünkü onlar, bâtıl şeyle­re inandırılmamışlar. Yani yeniden dirilme veya he­saba çekilme diye bir şey olmayacağı için, onların da bu tür şeylerden endişesi yoktur. Sen de boş şeyleri kafandan atarsan, hiçbir sıkıntın kalmayacak, gör bak nasıl rahat edeceksin!.
Bu sözleri işittikten sonra sıkıntım daha da art­tı. “Acaba dediği gibi inkâra sapsam, rahatlar mı­yım?” diye düşünüyor, fakat kalp ve ruh gibi latifele­rimin, bu inkârı kabule yanaşmadıklarını hissedi­yordum.
Birden, sanki bir elektrik lâmbasına dokunmuş gibi zihnim aydınlanmaya başladı. Daha evvel oku­duğum veya dinlediğim imânî bahisler, bir film şeri­di gibi gözümün önünden geçiyordu. O sese hita­ben:
-Beni yalan ve cerbeze ile aldatmak istiyorsun dedim. Ama ben akıl sahibiyim ve bu yüzden yaptık­larımdan mes'ûlüm. Sen beni akılsız hayvanlar ve şuursuz bitkilerle nasıl bir tutabilirsin? Ben, elbette hesap vermekten endişe duyarım. Çünkü bana, hay­van ve bitkilere verilenlerden belki bin defa daha gelişmiş vaziyette ihsan edilen cihazları ve akü nimeti­ni nefis ve heva yolunda sarfetsem, onlardan bin de­fa daha aşağılara düşerek âhirette cezaya müstehak olurum. Hem bir iğne ustasız, bir resim ressamsız bir köy muhtarsız olamazken, bu kusursuz kâinatın bir sahibi ve yaratıcısı olmaz mı? Ve bütün kâinatla birlikte beni de mükemmel şekilde yaratan Rabbim, beni hesaba çekmeyerek başıboş bırakır mı?
Evet, imân nurları o zor anlarımda imdadıma yetişmiş ve içinde bulunduğum karanlık dünyamı ay­dınlatmaya başlamıştı. Nurlardan edindiğim iman hakikatlerini anlattıkça, sıkıntılarımın hafiflediğini hissediyordum. Biraz sonra o ses tamamen susmuş ve bana cevap veremez hâle gelmişti.
Daha sonra kendime gelmişim ve arkadaşlarımın anlattıklarına göre dışarıdaki ezan sesini duyup, na­maz kılmak istemişim.
Bu mektubu sizlere yazarak başımdan geçen bu ürpertici hâdiseyi anlatmamın sebebi, iman hakikat­lerine ne kadar muhtaç olduğumuzu ifade etmek içindir. Çünkü son nefeste iman ile kabre gitmek ve onu cennet bahçelerinden bir bahçeye çevirerek inşaallah ebedî saadeti kazanmak, tamamen bu hakikatların elde edilmesine bağlıdır.
Şeytanın, ölüm anındaki insanlara musallat olduğunu, onları inkara saptırmak için akıllarına ves­vese verdiğini ve bu yüzden de kuvvetli bir imana sahip olunması gerektiğini bütün mü'min kardeşleri­miz biliyordur. Fakat ben, bu durumun bir örneğim, ölüm öncesinde, Cenâb-ı Hakkın izniyle yaşadım. Ve bu hâdiseyi de Zafer Dergisi kanalıyla bütün ina­nanlara anlatmayı bir vazife bildim. İnşaallah bir alâmet-i gurur olmamıştır.[3]

[1] Derleyen, YETER Hasan Vehbi, Emekli öğretmen, Honaz / 2007
[2] Sözlük manaları
[3] Mehmet Dikmen “Esrarengiz Olaylar” s:70

ÖLDÜRMEK

ÖLDÜRMEK[1]
*ÖLÜM, BAZEN CEZA, BAZEN BİR ARMAĞAN, ÇOĞU ZAMAN DA BİR LÜTUFTUR. (SENECA)
Öldürmek; Başkasının hayatına kıymak, cinayet yani katilliktir. Cinayet, bir terim olarak insanın hayatına ve vücut tamlığına karşı işlenmesi yasaklanmış fiillerdir. Cinayet, öldürme ve yaralama olmak üzere iki kısma ayrılır.
Öldürme, dünya ve ahirette cezayı gerektiren bir fiildir. Dünyadaki cezası kısas, ahiretteki ise cehennem azâbıdır. Çünkü o, dünyada Allah'ın yaratmasına tecavüz, toplumun ve toplum hayatının emniyetini tehdid eden bir fiildir.
İslâm dininin kutsal addettiği unsurlardan en önde gelenlerinden birisi de insan hayatıdır. Çünkü, insan, Kur'an'ın yani vahyin muhatabıdır. Yaratılışın gayesi, umumî planda insan, hususî planda insan-ı kamildir. Her insan Allah'ı tanıma ve bilme kabiliyetinde yaratılmıştır. Bu yüzden insan, en şerefli varlıktır. O, aynı zamanda yeryüzünde Allah'ın halifesidir. Hatta yeryüzüne varis kılınmıştır. Yerlere ve göklere sığmayan Allah, kutsal varlık, insanın kalbinde duyulup idrak edilebilir.
Diğer taraftan insan, meleklerin kendisine secde ettiği ulvî ve muhteşem bir varlıktır. Böyle mübarek, muhteşem ve ulvî varlık olan insanın hayata gelmesi ve hayattan çekilip alın­ması ancak Allah'a aittir. Bir başka varlık, insanın hayatına son verme hak ve salâhiyetine sahip değildir. Hele hele bir başka insan bu hakkı hiçbir şekilde kendinde göremez. Zira, insanın görevi Yaratıcı'nın kendisine verdiği hilafete uygun olarak yeryüzündeki hayatı idame ettirmektir. Bu hayatı ida­me ettirme faaliyeti sevgi ile gerçekleşebilir. Yani insan, in­sanlığı gereği ve tabiatı icabı sevmek zorundadır. Her türlü kin, garez, haset ve intikam duygularından azade olarak in­sanları ve diğer varlıkları yaşatmak yükümlülüğünü taşır. Bir başka yönden de "Müminler kardeştir" kardeşin kardeşe gös­tereceği yegane muamele kardeş sevgisini izhar eden tavır ve davranıştır. Bu sebeple Kur'an-ı Kerim hayata kastetmeyi şid­detle yasaklamıştır. Hissî davranmak suretiyle bir başka fer­din hayatına kasdeden kimse bütün insanları öldürmüş gibi­dir. Kur'an-ı Kerim'de hiçbir ceza bir başkasının hayatına son vermenin cezası kadar maddî ve manevî olarak büyük değil­dir.
Yanlışlıkla olması dışında bir müminin bir mümini öldürmeye hakkı olamaz. Yanlışlıkla bir mümini öldüren kimsenin, mümin bir köle azat etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir. Meğer ki ölünün ailesi o diyeti bağışlamış ola. (Bu takdirde diyet vermez). Eğer öldürülen mümin olduğu halde, size düşman olan bir toplumdan ise mümin bir köle azat etmek lâzımdır. Eğer kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir toplumdan ise ailesine teslim edilecek bir diyet ve bir mümin köleyi azat etmek gerekir. Bunları bulamayan kimsenin, Allah tarafından tevbesinin kabulü için iki ay peşpeşe oruç tutması lâzımdır. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir. (Nisa, 92)[2]
Âdem (a.s.)'ın oğlu Kâbil’in Hâbil'i öldürme suçu, öldürmenin insanlığa tecavüz anlamına gelen bir suç olduğunu gösterir. Her katilin günahından bir payda Kabil’e ayrılır. Çünkü dünya üzerinde ilk cinayeti işleyen o olmuştur.
İbnu Mes'ud radıyallahu anh anlatıyor: Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
Yeryüzünde haksız yere öldürülen bir insan yoktur ki katilin günahından bir misli Hz. Âdem'in ilk oğluna (Kâbil'e) gitmemiş olsun. Çünkü o, haksız öldürme yolunu ilk açandır. (Buhâri, Diyât 2)
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: Bu yüzden İsrâiloğulları'na şu gerçeği hükmettik: Kim bir canı, bir can karşılığında veya yeryüzünde bir fesat çıkarmaktan dolayı olmaksızın, öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. (Mâide, 32)[3]
KISSA VE HİKAYELER
DUR BEN ÖLDÜREYİM!
*ÖLÜMDEN NİÇİN KORKAYIM Kİ, BEN VARKEN O YOK, O VARKEN BEN YOKUM.
EPİKUROS
Birgün kadının birisi kendini öldürmek için kafasına silah dayar. Herşeyden bıkmış bir hali vardır. Görünen kadın kesin intihar edecektir. Tam o sırada adamın biri bunu görür ve yanına gelir derki:
-hanımefendi durun kendinizi öldürmeyin. kadın derki:
-ben bu hayattan bıktım öldüreceğim kendimi. Adam bu lafın üzerine:
-Madem intihar etmek istiyorsunuz sizden birşey isteyeceğim der.
-Ben hayatta bütün zevkleri yaşadım ama insan öldürmek nasıl bir zevktir, bilmiyorum. Bunu tatmak isterim, verin sizi ben öldüreyim der. Kadın:
-Tamam der, silahı verir.
Adam hakikaten söz verdiği gibi kadına ateş eder. Büyük bir zevk almıştır. Ama birden ışıklar yanar kameralar filan adama derler ki bu bir kamera şakasıydı. Adamın elindeki silah kuru sıkı çıkar. Şimdi benim öğrenmek istediğim bu adam şuç işlemiş midir? Bu sorunun cevabı kesin midir?
Bir kişi buna suç deyip başka biri şakaymış bu adama ceza verilmez diyebilir mi?


[1] Derleyen, YETER Hasan Vehbi, Emekli öğretmen, Honaz / 2007
[2] İslam Ahlakı; ALTINTAŞ Prof. Dr. Hayrani, Akçağ yayınları, 1999 Ankara. / 233
[3] ÖZTOP Ömer, Kaynaklarıyla Mü’minlere vaazlar, Tuğra neşriyat İstanbul 3.baskı./27

ÖFKELENMEK

ÖFKELENMEK[1]
*ÖFKE, GEÇİCİ BİR ÇILGINLIKTIR; HÜKMETMEYE BAK, YOKSA O SANA HÜKMEDER.
HORATIUS
Öfke; Kızma, sinirlenme, hiddet, kızgınlık halidir. Hoşa gitmeyen bir halden dolayı gazap kuvvetinin parlayıp meydana çıkmasıdır.[2]
Kızgınlık ve darılma halleri, nefis değişikliğidir ki, haksız yere olunca kusur sayılır, pişmanlığı gerektirir. Fakat akla uyarak haksızlığa karşı olan öfke ise iyidir. Çünkü kutsal inançlar bununla korunur.
Öfke, bazı söz ve davranışlardan dolayı insanın kendisine hakim olamayıp kızması, hiddetlenmesidir. Bu kızgınlık ve hiddet sebebiyle kalp kırması, kötü söz söylemesi ve bazen işi saldırıya kadar vardırmasıdır. Bu bakımdan İslam, insanı içten içe kemiren ve insanlar arsında huzuru bozan öfkeyi hoş görmemiş ve kötü bir huy olarak zikretmiştir.
Öfke, aklı ve şuuru zayıflatan bir davranıştır. Öfkelenen insan hak ve adaletten ayrılabilir. Hakkın ve adaletin olmadığı bir toplumda ise, huzur, güven ve sevgi olamaz.
Öfke, şefkat ve merhamet duygularını öldüren şeytani bir hareket ve insan içinde alevlenen bir ateştir.
Kur’an-ı Kerim’de öfkeyi yenmek olgun müminlerin özellikleri arasında sayılmıştır.
Onlar, büyük günahlardan ve hayasızlıktan kaçınırlar; kızdıkları zaman da kusurları bağışlarlar. (Şura, 37) [3]
Öfke, ahlâkî eksikliklerdendir. İnsanda varolan gazap kuvvetinin ifrat derecesi olan öfke, bir âfettir. Öfke anında insan doğru düşünemez. Normal davranışlarda bulunamaz. Öfkeli olarak yapılan işler hep sonradan pişmanlık duyulan işlerdir. Bunun için "Öfke ile kalkan zararla oturur" denilmiştir.
Bir anlık öfke ile cinayet işleyenlere sık sık rastlanır. Öfke ev ve iş yerlerinde huzursuzluklara ve rahatsızlıklara sebep olur. İnsan, iradesini kullanarak öfkesini yenmeye, kendisini öfkelendirenleri bağışlamaya çalışmalıdır. Cenab-ı Hak;
الَّذِينَ يُنفِقُونَ فِي السَّرَّاء وَالضَّرَّاء وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ {134}
(O takva sahipleri) bollukta ve darlıkta harcayıp yedirenler, öfkelerini tutanlar, insanların kusurlarını bağışlayanlardır. Allah da iyilik edenleri sever. (Âl-i İmran, 134) buyurmuştur.
Bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur:
Kuvvetli ve kahraman pehlivan, herkesi yenen kimse değildir. Kuvvetli ve kahraman pehlivan ancak öfke zamanında nefsine mâlik olan ve öfkesini yenen kimsedir. (Müslim, Birr ve Sıla, 107).
Peygamber Efendimiz bir başka hadisinde de şöyle buyurmuştur:
Bir kimse öfkesinin gereğini yapmaya kadir olduğu halde öfkesini yenerse, Allah Teâlâ kıyamet gününde halkın gözü önünde onu çağırır, huriler içinden istediğini seçmekte muhayyer kılar. (Riyazü's-Salihîn, I, 80)
Yine Peygamberimiz öfkeyi güç ve kuvvetin değil zayıflığın ve aczin alâmeti olarak görmüştür. Öfke nefse hâkim olamamanın işaretidir. Nefislerine hâkim olamayanların sonu ise hüsrandır. Müslüman, işlerini öfke ile değil; teennî, sabır ve yumuşaklıkla halletmelidir.[4]
KISSA VE HİKAYELER
PİŞMANLIK
*ÖFKELİ BİR İNSAN, AĞZINI AÇAR; GÖZLERİNİ YUMAR. CATO
Ahmet, küçükten beri beraber olduğu, ana, baba bir kardeşten daha çok sevdiği Hamdi'yi incir çekirdeğini doldurmayan bir nedenle, kavgaya dönüşen tartışma sonucu bıçaklar. Keskin demir kötü yere batmıştır. Zavallı genç, çok geçmez ölür.
Ahmet, can kardeşi, kan kardeşi Hamdi'nin ölüsü üstüne kapanır, hıçkırır:
- Ne yaptım? Nasıl kıydım sana?
Öfke, aklı kıskıvrak bağladı ve yapaca­ğını yaptı. Artık ağlamak, hıçkırmak, dövün­mek boşuna. Giden geri gelmez.
Olgumuz burada bitmiyor. Sevgili arka­daşının kaatili olmak acısı ile olay ka­panmıyor. Yasalar, yapışıyor yakasına. adam öldürmek suçundan tutuklanı­yor uzun yıllar.
Oysa. Nurlugökparçası Peygamber Efendimiz aleyhisselamın öğüdünü bil­seydi, benimseseydi, uygulasaydı; öfkesine dizgin vuracaktı. Ne el bıçağa gidecekti, ne de arkadaşı ölecekti.
Öfke, bir tür sinir hastalığıdır. İyileş­tirilmesi gereklidir. Bunun için Allah'a sı­ğınmalı ve ondan yumuşaklık dilemelidir.[5]

[1] Derleyen, YETER Hasan Vehbi, Emekli öğretmen, Honaz / 2008
[2] Sözlük manaları
[3] ÖZTOP Ömer, Kaynaklarıyla Mü’minlere vaazlar, Tuğra neşriyat İstanbul 3.baskı./519
[4] İnternet- İslam Ansiklopedisi- Akif KÖTEN
[5] İslamlık’ta iyi huy, Şevket Bilgisel, Emekli öğretmen, Dergah Yayınları, 1976, İstanbul

OYUN OYNAMAK

OYUN OYNAMAK[1]
* DÜNYÂ HAYÂTI OYUN VE EĞLENCEDİR… (EN'ÂM, 32)
Oyun; La’b, boş şeydir. Yani oyun ile boş yere vakit geçirmedir. İnsanın vaktini hoş ve boş şeylerle geçirmesine, oyalanmasına yarayan, genellikle belli kuralları olan eğlencelerdir. Genellikle çocukların oynadığı, hiç bir çıkara dayanmayan, eğlenceli yarışlar da oyundur. Beden veya zihin gücünün sadece zevk almak, dinlenmek ve eğlenmek maksadıyla yaptığı işlerdir. Müzik eşliğinde yapılan uyumlu hareketlerin hepsine de oyun denilir.[2]
İslâm'da şansa dayanan ve bir tarafın haksız kazancına, öbür tarafın kaybetmesine sebep olan oyunlar kumar sayılarak yasaklanmıştır.
Allahü Teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
اعْلَمُوا أَنَّمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا لَعِبٌ وَلَهْوٌ وَزِينَةٌ وَتَفَاخُرٌ بَيْنَكُمْ وَتَكَاثُرٌ فِي الْأَمْوَالِ وَالْأَوْلَادِ ... {20}
Biliniz ki, dünyâ hayâtı elbette la'b (oyun) ve lehv (eğlence) ve zînet yâni süslenmek ve tefâhür yâni öğünme ve malı, parayı ve evlâdı çoğaltmaktır... (Hadîd, 20)
At, katır, eşek, deve yarışları, atıcılık müsabakaları caizdir. Savaş hazırlığı olan her şeyi öğrenmek, harp manevraları yapmak teşvik edilmiştir.
Resulullah Sallallahü Aleyhi ve sellem efendimiz yapmış olduğu bir yarışta birinci, Ebû Bekir ikinci, Hazreti Ömer de üçüncü olmuşlardı. Hattâ atıcılık ve yarış oyunlarını meleklerin bile seyrettiği rivayet edilmiştir.
Bu gibi yarışlarda taraflardan birinin veya üçüncü şahısların kazanana ödül vereceklerini şart koşmaları da caizdir. Çünkü bu şekilde harp ve harp aletlerinin öğretilmesi teşvik edilmiş olur. Fakat, ödüle karşılıklı olarak yarışan taraflarca şart koşulur, yarışı kazanan taraf öteki taraftan ödülü alır, o taraf kaybeder ve zararlı çıkarsa; bu, kumar olur ve haramdır.
Spor yapmak amacıyla yarışlar, at yarışları ve atıcılık müsabakaları düzenlemek de menduptur. Ancak bu yarışlarda yarış yapan hayvanları bitkin hale getirmemek gerekir. Sırf eğlenmek için müsabaka yapmak mekruhtur. Ancak bu bayramlarda olursa, mübah ve hattâ menduptur.
Genel olarak karşılıklı iddia ve bahse dayanmayan ve sırf hoş vakit geçirmek amacıyla yapılmayıp bedenî, zihnî ve sosyal bir faydası olan oyunlar helal sayılmıştır. Zararlı ve hiç faydası olmayan oyunlar da yasaklanmıştır.[3]
Bir şeyi daha belirtmekte fayda vardır. Oyun yapıyoruz diyerek hayvan döğüştürmek, güreştirmek boğuşturmak da haramdır. Bunda doğrudan doğruya hayvana eziyet etmek vardır. Bundan dolayı Horoz döğüştürmek, deve güreştirmek, boğa döğüşü yaptırmak ve köpek boğuşturmak şeklinde hayvanlara yapılan eziyetlerin hepsi haramdır ve yasaktır. Bu tip oyunlar eğlenceden çok iddiaya varır ve bu iddialar neticesinde de kumar oynanmış olur. Hiç bir manası olmayan sadece nefse hoş gelen bu tip oyunlar spor değildir. Bir müslümanın bunlarla vakit geçirmesi de uygun değildir.

KISSA VE HİKAYELER
BABA OĞUL
*ARADIĞINI BİLMEYEN BULDUĞUNU ANLAYAMAZ.C.BERNARD
Nebraska'da yaşlı bir adam yaşardı.. Patates ekimi için bahçeyi bellemesi gerekiyordu, lakin bu çok zor bir işti... Tek oğlu olan David ona yardım edebilirdi fakat o da hapisteydi.
Yaşlı adam oğluna bir mektup yazdı ve sorunu açıkladı.
Sevgili David,
Patates bahçemi belleyemeyeceğimden kendimi çok kötü hissediyorum. Bahçeyi kazmak için oldukça yaşlanmış sayılırım. Burada olsan bütün derdim bitecekti. Biliyorum ki sen bahçeyi benim için hallederdin.
Sevgiler.... Baban
Bir kaç gün sonra oğlundan bir mektup aldı.
Babacığım,
Allah aşkına bahçeyi kazma. Ben oraya cesetleri gömmüştüm.
Sevgiler... David
Ertesi gün sabaha karşı FBI ve yerel polis çıkageldi ve tüm sahayı kazdı lakin hiçbir cesede rastlamadılar. Yaşlı adamdan özür dileyerek gittiler. Aynı gün yaşlı adam oğlundan bir mektup daha aldı.
Babacığım,
Şimdi patatesleri ekebilirsin. Bu şartlarda yapabileceğimin en iyisini yaptım.
Sevgiler.... David


[1] Derleyen, YETER Hasan Vehbi, Emekli öğretmen, Honaz / 2008
[2] Sözlük Manaları
[3] İnternet- İslam Ansiklopedisi- Ahmed ARPA

NAMAZI HAFİFE ALMAK

NAMAZI HAFİFE ALMAK
* YAZIKLAR OLSUN O NAMAZ KILANLARA Kİ ONLAR NAMAZLARINI CİDDİYE ALMAZLAR. (MAUN 4-5)
Aceleyle kılınan namaz, namaz sayılmaz. Peygamberimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem, itinasız kılınan namazı, namaz saymazdı. Bir gün gelişigüzel namaz kılan bir kimseye:
-Dön de, namazını yeni baştan kıl. Çünkü sen namazı kılmış olmadın, dedi. Adam dönüp yine eskisi gibi kıldı. Peygamber Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem yine ona:
-Dön, yeni baştan kıl. Çünkü sen namazı kılmış olmadın, diye buyurdu ve bu ihtar üç defa vuku buldu. En sonunda adam:
-Seni hak din ve kitapla gönderen Allah’a yemin ederim ki, ben bundan başka türlüsünü bilmiyorum, bana doğrusunu öğret, dedi. Bunun üzerine Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem:
-Namaza duracağın zaman tekbir al. Sonra ne kadar kolayına gelirse, o kadar Kur’ân oku. Arkasından rükûa varıp, mutmain [azaların yatışmış] oluncaya kadar dur. Sonra başını kaldırıp ayakta doğruluncaya kadar dur. Daha sonra, secdeye varıp mutmain oluncaya kadar kal. Sonra başını kaldırıp mutmain oluncaya kadar otur. Bunu namazın bütününde böylece yap, dedi.
Sahabelerden Ümmü Ruman Radıyallahü anh, namaz kılarken sallanıyordu. Onu bu halde gören eşi Hazret-i Ebu Bekir, öyle bir azarladı ki, Ümmü Ruman neredeyse namazdan çıkacaktı.
Daha sonra Hazreti Ebû Bekir, şiddetle uyarmasının sebebini şöyle açıkladı:
-Resulullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyuruyordu:
Herhangi biriniz namaza durduğunda her tarafı sakin olsun, Yahudiler gibi sallanmasın. Zira namazda her tarafın sükûnet içinde olması, namazın tamamındandır.[1]
Bir defasında peygamberimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem, namazda iken sakalı ile oynamakta olan bir şahsı görünce şöyle buyurdu:
-Eğer onun kalbi huzurlu olsaydı, azası da huzurlu olurdu.
Adap ve erkandan uzak içine şeytanın karıştığı gafilane kılınan namazlar, kulun yüzüne çarpılacak olan namazlardır. Baştan savma, yasak savar gibi erkanına riayet edilmeden kılınan namazlardan istenilen netice elde edilemez.

KISSA VE HİKAYELER

SON DAKİKA NAMAZI
*KİMİN BİR TEK NAMAZI DAHİ GEÇİP GİTSE, SANKİ ONUN BÜTÜN MALI VE ÇOLUK ÇOCUĞU ELİNDEN ALINMIŞ GİBİDİR. (HADİS-İ ŞERİF)
Anneannesinin sözleri yankılandı kulaklarında: ''Oğlum namaz hiç bu vakte bırakılır mı?'' Anneannesinin yaşı yetmişe dayanmış, ama ezan okunduğu vakit yerinden sıçrar, yaşından beklenmeyecek bir hızla abdestini alır ve namazını kılardı.
Kendisi ise, nefsini bir türlü yenemiyordu. Ne oluyorsa, hep... namaz son dakikalara kalıyor, bu sebeple namazını alelacele eda ediyordu. Bunu düşünerek kalktı yerinden, gözü saate kaydı. Yatsı ezanının okunmasına on beş dakika kalmıştı. Başını her iki yöne pişmanlıkla sallayarak, "Yine geciktirdim namazı." dedi kendi kendine.
Kıvrak hareketlerle abdestini aldı ve daha elini yüzünü tam kurulamadan kendisini odasına attı. Mecburen, hızlı hareketlerle namazı eda etti. Tesbihatını yaparken anneannesini düşünmeden edemedi. "Bu halimi görse, tatlı-sert kızardı yine bana." dedi. Çok seviyordu onu... Hele öyle bir namaz kılışı vardı ki, onu hep bir gökkuşağı hayranlığıyla seyrederdi. Namazda öyle bir mahviyeti vardı ki... hicabından renkten renge girerdi.
O gün akşama kadar derse girmişti. Müthiş bir ağırlık vardı üzerinde. Duasını yaparken, başını ellerinin arasına alıp secdeye durdu. Namazdan sonra bir süre bu şekil tefekkür etmeyi severdi. Gözleri kapanır gibi oldu. "Ne kadar da yorulmuşum." dedi. Daldı gitti öylece....
Kıyamet kopmuştu. Mahşeri bir kalabalık vardı. Her yön insanlarla doluydu. Kimi dona kalmış, hareketsiz bir şekilde etrafı izliyor; Kimi sağa sola koşturuyor, kimisi de diz çökmüş, başı ellerinin arasında bekliyordu. Yüreği yerinden fırlayacak gibi atıyor, adeta kafesinden kurtulmaya çalışıyor, soğuk soğuk terler döküyordu. Hayattayken kıyamet, sorgu sual ve mizan hakkında çok şey duymuş ve ahiret hayatı adına bu kavramlar kendisi için köşe taşı olmuşlardı. Ama mahşer meydanında ki ürperti, korku ve bekleyişin bu denli dehşet vereceğini düşünmemişti.
Hesap ve sorgu devam ediyordu. Bu arada onun ismini de okudular. Hayretle bir sağa, bir sola baktı. "Benim ismimi mi okudunuz?" dedi dudakları titreyerek.....
Kalabalık birden yarılmış, bir yol olmuştu önünde. İki kişi kollarına girdi. Mahşer meydanının vazifelileri oldukları belliydi. Kalabalık arasından şaşkın bakışlarla yürüdü. Merkezi bir yere gelmişlerdi. Melekler her iki yanından uzaklaştılar. Başı önündeydi. Bütün hayatı, bir film şeridi gibi geçiyordu gözlerinin önünden...." Şükürler olsun " dedi, kendi kendine ve devam etti; " Gözlerimi dünyaya açtım. Hep hizmet eden insanları gördüm. Babam sohbetlerden sohbetlere koşuyor, malını islam yolunda harcıyordu. Annem eve gelen misafirleri ağırlıyor, yemek sofralarının biri kalkıp, bir yenisi kuruluyordu. Ben ise, hep bu yolda oldum. İnsanlara hizmete çalıştım. Onlara Allah'ı anlattım. Namazımı kıldım. Orucumu tuttum. Farz olan ne varsa yerine getirdim.
Haramlardan kaçındım. "Kirpiklerinden aşağı gözyaşları dökülürken, "Rabbimi seviyorum, en azından sevdiğimi zannediyorum." Diyordu. Ama bir yandan da "O'nun için ne yapsam az, Cennet'i kazanmama yetmez." Diye düşünüyordu.Tek sığınağı Allah'ın rahmetiydi. Hesap sürdükçe sürdü. Boncuk boncuk terliyordu. Sırılsıklam olmuş, zangır zangır titriyordu. Gözleri terazinin ibresindeki neticeyi bekliyordu. Sonunda hüküm verilecekti. Vazifeli melekler ellerinde bir kağıt, mahşer meydanında ki kalabalığa döndüler. Önce ismi okundu. Artık ayakları tutmaz olmuştu. Neredeyse yığılıp kalacaktı. Heyecandan gözlerini kapamış, okunacak hükme kulak kesilmişti.
Mahşeri kalabalıktan bir uğultu yükseldi. Kulakları yanlış mı duyuyordu? İsmi cehennemlikler listesindeydi. Dizlerinin üstüne yığıldı. Hayretten dona kalmıştı." Olamaaaazzzz " diye bağırdı. Sağa sola koşturdu. "Ben nasıl Cehennemlik olurum? Hayatım boyunca hizmet eden insanlarla birlikte oldum. Onlarla beraber koşturdum. Hep rabbimi anlattım." Diyordu.
Gözleri sağanak olmuş, titrek vücudunu ıslatıyordu. Vazifeli iki melek kollarından tuttu. Ayaklarını sürüyerek ve kalabalığı yararak alevleri göklere yükselen Cehennem'e doğru yürümeye başladılar. Çırpınıyordu. Medet yok muydu? Bir yardım eden çıkmayacak mıydı?
Dudaklarından kelimeler kırık dökük, yalvarmayla karışık döküldü.. "Hizmetlerim... Oruçlarım.... Okuduğum Kur'anlar.... Namazım... Hiçbiri beni kurtarmayacak mı?" diyordu. Bağıra bağıra yalvarıyordu. Cehennem melekleri onu hiç sürüklemeye devam ettiler. Alevlere çok yaklaşmışlardı. Başını geriye çevirdi. Son çırpınışlarıydı.
Resülullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem, Evinin önünde akan bir ırmak içinde günde beş defa yıkanan bir insanı o ırmak nasıl temizler, günde beş vakit namazda insanı günahlardan öyle temizler. Buyuruyordu. "Oysa ki benim namazlarım da mı beni kurtarmayacak?" diye düşünüyordu.
" Namazlarım.....Namazlarım....Namazlarım." diye diye hıçkırdı. Vazifeli melekler hiç durmadılar. Yürümeye devam ettiler; Cehennem çukurunun başına geldiler. Alevlerin harareti yüzünü yakıyordu. Son bir defa dönüp geriye baktı. Artık gözleri de kurumuştu. Ümitleri sönmüştü. Başını öne eğdi. İki büklüm oldu.
Kollarını sıkan parmaklar çözüldü. Cehennem meleklerinden birisi onu itiverdi. Vücudunu birden bire havada buldu. Alevlere doğru düşüyordu. Tam bir iki metre düşmüştü ki, bir el kolundan tuttu. Başını kaldırdı. Yukarıya baktı. Uzun beyaz sakallı bir ihtiyar onu düşmekten kurtarmıştı. kendisini yukarıya çekti. Üstündeki başındaki tozu silkerek ihtiyarın yüzüne baktı.
-Siz de kimsiniz ?, dedi. İhtiyar gülümsedi:
-Ben senin namazlarınım.
-Neden bu kadar geç kaldınız? Son anda yetiştiniz. Neredeyse düşüyordum, dedi.... İhtiyar yüzünü gererek, tekrar güldü; Başını salladı;
-Sen beni hep son anda yetiştirirdin, ...hatırladın mı?
Secdeye kapandığı yerden başını kaldırdı. Kan-ter içinde kalmıştı. Dışarıdan gelen sese kulak kabarttı. Yatsı ezanı okunuyordu. Bir ok gibi yerinden fırladı. Abdest almaya gidiyordu.


[1] Namazı Yaşayanlar, Said Demirtaş, Nesil Yayınları

NAMAZ KILMAMAK

NAMAZ KILMAMAK [1]
* NAMAZ İNSAN İLE ŞİRK VE KÜFÜR ARASINDA BİR PERDEDİR. NAMAZI TERKETMEK BU PERDEYİ KALDIRMAKTIR.(TİMİZİ ET TAÇ C 1 SD 140 )
İmandan sonra en büyük amel namaz kılmaktır. Namaz farzların en büyüğü ve en önemlisidir. Bunun için namaz kılmamak büyük günahların başında gelmektedir. Namaz dinin direği olduğuna göre namaz kılmayan da dinin direğini yıkmış yani en büyük günahı işlemiş olur.
Namaz ergenlik çağına gelmiş, akıllı her müslümanın üzerine farzdır. Namazı inkar eden kâfir olur, çünkü Kur’an’da geçen Allâh’ın kesin emrini kabul etmemiştir. Namaz kılmayan kimse kâfir olmaz, ancak gö­revini yapmamış ve büyük günah işlemiş olur.
Namazı terketmek dünyada cezaya, ahirette azaba sebep olur. Ahiret azabıyla ilgili ayetlerden bazıları şöyledir, Allâh Teâlâ şöyle buyurur:
فِي جَنَّاتٍ يَتَسَاءلُونَ {40} عَنِ الْمُجْرِمِينَ {41} مَا سَلَكَكُمْ فِي سَقَرَ {42}
قَالُوا لَمْ نَكُ مِنَ الْمُصَلِّينَ {43}
Onlar suçlulara sorarlar: Sizi “Sakar” cehennemine sürükleyen nedir? Suçlular şöyle cevap verirler: “Biz namaz kılanlardan değildik. (Müddessir 40-43)
Nihayet onların peşinden öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı bıraktılar; nefislerinin arzularına uydular. Bu yüzden ileride sapıklıklarının cezasını çekecekler. (Meryem, 59)
Hazreti Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem de namazla ilgili olarak bir Hadis-i Şeriflerinde şöyle buyurmuş­tur:
Bilerek namazı terk eden kimseden Allâh ve Rasulünün zimmeti kal­kar. (ibn Hanbel, V, 238)
Ubade b. es-Samit’in naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur:
Kullarına farz kıldığı beş vakit namazı, küçümsemeden hakkını vererek, eksiksiz ola­rak kılan kimseyi, Allâh Teâlâ cennetine sokmaya söz vermiştir. Fakat bu namazları yerine getirmeyenler için böyle bir sözü yoktur. Dilerse azap eder, dilerse bağışlar. (Ebû Davud, Vitr 2)
Çocuklar yedi yaşından itibaren namaza alıştırılmalıdır. Bu konuda Peygamberimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyuruyor:
Çocuklarınıza yedi yaşında namaz kılmalarını emredin, on yaşına girince kılmadıkları takdirde bundan dolayı hafifçe dövün ve o yaşta yataklarını ayırın. (Ahmed b.Hanbel, II, 180,187)

KISSA VE HİKAYELER

BIRAKMIYOR
*ONLARLA BİZİM ARAMIZDAKİ AHİD NAMAZDIR. KİM NAMAZI TERK EDERSE KÜFRE GİRMİŞ OLUR. (TİRMİZİ, KİTABU’L-İMAN 2623)
Caminin önünden geçerken ezanın okunduğunu duyan şoför, geriye dönüp patronundan izin ister:
-Beyefendi izin verseniz de ezan okunmuşken şuracıkta namazımı kılıversem de devam etsek? der. Patron, pek de memnun olmazsa da izin verir. Şoför camiye girer, patron da arabanın içinde bekler. Ancak cemaat namazını kılıp çıktığı halde şoför çıkmayınca canı sıkılan patron, arabadan inip caminin avlusuna dalar, pencere camına abanarak ta içeriye bakar ki, şoför ellerini açmış duâya devam ediyor. Camı tıklatarak seslenir:
- Herkes çıktı sen ne duruyorsun, sen de çıksana! Cevap ibretli:
- Bırakmıyor!
- Kim bırakmıyor?
-Seni içeriye bırakmayan!.. Bir düşüncedir alır patronu. “Seni içeriye bırakmayan!..” Hemen orada abdestini alır camiye girer ve yanına vardığı şoföre seslenir:
-İşte, der beni de bıraktı içeriye! Yaşlı gözlerle bakan şoför söylenir:
-Elbette bırakır, der. Deminden beri boşuna mi gözyaşlarıyla dua ediyorum sanıyorsun. Senin dışarıda kalmana gönlüm bir türlü razı olmadı, ellerimi açıp içeriye alınman için duâ ettim. Şükürler olsun ki, Rabbim Celle Celelüh kabul etti duâmı da içeriye aldı, dışarıda bırakmadı.
[1] Derleyen, YETER Hasan Vehbi, Emekli öğretmen, Honaz / 2008

MÜRŞİTLERE DÜŞMANLIK ETMEK

MÜRŞİTLERE DÜŞMANLIK ETMEK[1]
* KİM BENİM VELİLERİMDEN BİRİNE DÜŞMANLIK EDERSE, ONA HARB İLAN EDERİM.
(SAHİH-İ BUHARİ)
Mürşit; İrşat eden, doğru yolu gösteren kılavuz, rehberlere denir. Bir tarikatın başında buluna şeyhdir.[2]
Cenab-ı Ve Tekaddes Hazretleri, Hadis-i Kudsi’lerinde şöyle buyurmaktadır:
Allah’ın Celle Celelüh Velisi Peygamberlerden (Aleyhissalam) sonra yaratılanların en şereflisidir. O veli için, kerametle büyük kıymet ve kadr vardır. Binaenaleyh bir kimse, o velileri hakkıyle ve doğru bir şekilde severse, o kimseye, kıyamette (velilerin) şefaati erişir. (Hadis-i Erbain S.114)
Bu Hadis-i Kudsi’lerde beyan edildiği üzere Allah Celle Celelüh Hazretleri’nin sevdiği veli kullarına düşmanlık edenler, Allah Celle Celelüh Hazretleri’nin tokadını yerler, cezasını, azabını ve belasını bulurlar. Yani onların hakkından Allah Celle Celelüh Hazretleri gelir ve o zalimlerin defterlerini dürer.
Evliya ve gerçek ulemaya, fukahaya, salihlere düşmanlık yapanlar, bizzat Cenab-ı Hakk (CC) Hazretleri’nin tokadını yerler ve O’nun (CC) belasına azabına müstehak olurlar. Nakledildiğine göre, velilerden birisine Allah-ü Teala Celle Celelüh Hazretleri:
-Benim sana verdiğim nimetlerin ve özellikle aklın kıymetini bil, çünkü ben aklı severim. buyurdu. Veli:
-Ya Rabbi! Aklın kıymetini nasıl bileyim ve ne yapayım? diye sordu. Allah-ü Teala Celle Celelüh Hazretleri:
-Bir felaketle karşılaştığın vakit onun benden olduğunu bil ve bana şükret ki, onu senden kaldırayım. Buyurdu. (Envarul Aşikin S.346)
Alemlerin Halikı Celle Celelüh buyurur ki:
Ben insanın sırrıyım, sırrım onun sırrındadır. İşte bu sultanlar diridirler, hiç ölmezler. (C.İslam S.61)
Sıfat-ı Safiyye ile sıfatlanan zatların nefisleri, ruhu sultana döner, hayvaniyetten eser kalmaz. Bundan tamamiyle kurtularak Sıfat-ı İnsaniyye ile muttasıf olurlar. Nitekim Yüce Mevla Celle Celelüh Hazretleri buyurur:
Velilerim, bilgim altındadır. Onları, benden gayri kimse bilmez. (Amr Bin Cümuh Radıyallahü anh’ın Hazreti Resul’den Sallallahü Aleyhi ve Sellem rivayet ettiği Hadisi Kudsi)

KISSA VE HİKAYELER

DÜNYADA CENNET NİMETLERİNİ YEME
*BİR KİMSENİN DÜNYADA YEDİĞİ LOKMANIN KARŞILIĞI, AHİRETTEKİ HİSSESİNDEN EKSİLİR. (HADİS-İ ŞERİF)
Salihlerden bir kimse çok fakir olup dünyalık hiçbir şeye malik olmadığı için ailesi “bu hale nasıl sabredelim. Cenab-ı Hak’tan bir miktar dünyalık istesek olmaz mı?” diye, gece-gündüz efendisi ile münakaşa edermiş.
Nihayet o salih zat da dua eder ve duası kabul buyurulur. Bir de ailesi bakar ki evin köşesinde, altından bir kerpiç bulunur ve hemen efendisine getirir, ihtiyaçlarını karşıla diye verilir.
Efendisi o gece rüyasında görür ki, cennette bir köşk içinde bulunuyor. Lakin köşkün bir kerpici eksik olduğu için güzelliğinde eksiklik vardır. O kerpicin ne olduğunu sorunca “dünyada sana verilmişti” derler.
Uyanınca hemen bunu ailesine anlatır. Kadın da dünyayı istediğine pişman olur. Efendisi tekrar “Ya Rabbi, bana dünya gerekmez. O kerpici geri yerine gönder” diye dua eder. Bakarlar ki, evin köşesinden kerpiç kaybolmuştur.



[1] Derleyen, YETER Hasan Vehbi, Emekli öğretmen, Honaz / 2008
[2] Sözlük manaları

MÜNAFIKLIK YAPMAK

MÜNAFIKLIK YAPMAK
* ŞÜPHE YOK Kİ MÜNAFIKLAR CEHENNEMİN EN ALT KATINDADIRLAR. ARTIK ONLARA ASLA BİR YARDIMCI BULAMAZSIN. (NİSA, 145)
Münafık; İçinden gerçek anlamda iman etmemiş olup, dışından müslüman görünen kimsedir. Aslî mânâsını değiştirmeden dilimize geçmiş olan münafık kelimesi İslâm toplumu içinde -çeşitli sebeblerden dolayı ve menfaati icabı kendini müslüman göstererek Allah'a, Rasûlüne ve mü'minlere düşmanlığını gizleyen kimsedir.
Kur'ân-ı Kerîm bu tip insanlarla ilgili olarak:
Münafıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele! (Nisa, 138) buyurur.
بَشِّرِ الْمُنَافِقِينَ بِأَنَّ لَهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا {138}
İman ile küfür arasında bocalayan münafıklar, bazen Allah'ı hatırlar gibi davranırlar. Fakat, Allah'a oyun etmeye çalışırlar ve gösterişte bulunurlar.
Kur'an-ı Kerim'de özelliklerini tanıtıp haber verdiği münafıklar için Yüce Allah, peygamberini şöyle uyarmaktadır:
O münafıkların dış görünüşlerine aldanma. Onların liderlerini gördüğün zaman, yakışıklıdır, gövdeleri hoşuna gider. Konuşurlarsa güzel konuşurlar, dinlersin. İşte onlar sıra sıra dizili kereste gibidirler. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. (Münafıkûn, 1-4)
Medine döneminde, Yahudilerle dostluk kuran münafıklarla mü'minlerin dost olmamaları hatırlatılmakta ve Hazreti Peygamber'e; asıl düşmanın münafıklar olduğu, onlarla savaş yapması, hattâ sert davranması vahiy yoluyla bildirilmektedir. Hazreti Peygamber'in de münafıklara karşı gayet ihtiyatlı, temkinli bir siyaset uyguladığı, gayr-i müslimlere yapılan muameleye tâbi tutmadığı; bilakis onları İslâm toplumu içerisinden ayırmayıp, üzerlerinde kurduğu kuvvetti bir otorite ile tesirsiz hale getirdiği müşahede edilmektedir.
Münafıkların kafirlerle birlikte cehenneme düşecekleri Kur'ân-ı Kerîm de şöyle açıklanmıştır:
O (Allah), Kitap'ta size şöyle indirmiştir ki: Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya (konuya geçinceye) kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah, münafıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir. (Nisa,140)
Nifak, kalbte olursa küfür, amelde olursa suçtur. (Kurtubî, Tefsir, VIII, 212)
Münafıklar “Ben müslümanım” dedikleri, açıkça inkar etmedikleri sürece İslam toplumu dışına itilmezler. Kendilerine dini hükümlerin hepsi müslümanlar gibi tatbik edilir. Namazları kılınır, kestikleri yenilir. v.s.

KISSA VE HİKAYELER

MÜNAFIKIN GÖZÜ OLMASAYDI
* MÜNAFIKLARA, KENDİLERİ İÇİN ACI BİR AZAP OLDUĞUNU MÜJDELE! (NİSA, 138)
Bir gün öğle namâzından sonra, Cebrâîl aleyhisselâm yetmişbin melek ile gelerek, En'âm sûresini getirdi. Resûlullah hazretleri o gece bütün Ashâb-ı kirâmı Âişe 'radıyallahü teâlâ anhâ' hazretlerinin evinde topladı. Kandil yakıp, Sûre-i En'âmı okudular. Kandil ışıksız oldu. Resûlullah hazretleri Ebû Bekir hazretlerine buyurdular ki,
-Yâ Ebâ Bekir, kandili ışıklandır. Bir sâat sonra yine karardı.Hazret-i Resûl-i Ekrem Sallallahü Aleyhi ve Sellem yine buyurdu.
-Yâ Ebâ Bekir, kandilin ışığını çoğalt... Hazret-i Ebû Bekir, kandili ışığını çoğaltmak için kalktı. Baktı ki kandilin yağı tükenmiş. Dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Kandilde yağ kalmamış. Bu gece yağ almak imkânımız da yoktur. Kandil bize lâzımdır, kelâm-ı Rabbilâlemîni okuyalım.Hazret-i Resûlullah buyurdular ki:
- Bir mikdâr kendi ağzının tükrüğünden kandile damlat.
Âişe-i Sıddika hazretleri buyurur ki,
- Babam bir miktar ağzının suyunu, Resûlullah hazretlerinin emr-i şerîfi ile kandile damlattı. Kandilin ışığı çoğaldı. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin emir ve fermânı ile şiddetli bir ışık oldu ki, Ashâb-ı kirâmın gözlerini kamaştırdı.Server-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdu ki:
- Bu kandili söndürmeyiniz! Kırk gün kırk gece o kandil, Âişe-i Sıddîka hazretlerinin evinde yandı. Bir münâfık hazret-i Âişenin evine geldi. O kandili gördü.
- Ne acâib kandil, kırkgün kırk gecedir sönmez, dedi.
O sâatde o kandil söndü. Cebrâîl aleyhisselâm geldi ve dedi:
- Yâ Muhammed! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri buyurur:
-Ben fenâ bakışlı kullar da yarattım. Eğer o münâfıkın gözü olmasaydı, kıyâmete kadar o kandil; Ebû Bekirin 'radıyallahü teâlâ anh' ağzının suyunun bereketi ile sönmez idi.[1]

[1] Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin

MALA DÜŞKÜNLÜK

MALA DÜŞKÜNLÜK[1]
*Mal cimrilerde, silah korkaklarda, karar da zayıflarda olursa işler bozulur. Hz.EBUBEKİR
Hasis insan; Parasını ve malını harcamamak için her türlü sıkıntıya, eziyete katlanan, paraya, mala aşırı düşkün olan; dînen verilmesi îcâb edeni, zekâtı ve sadakayı vermeyen, pinti, eli sıkı olan, bahîl, malda ve ilimde cimrilik eden kişidir. Esas olarak elindeki bir şeyi kimseyle paylaşmak istemez. Başkasına iyilik ve yardım etmek onun için çok zordur. Elindekini muhtaç olana verdiğinde kendisinde bir şey kalmayacağını zanneder. Böylece mal sevdası her şeyin önüne geçer. Hayatı malım, malım demekle geçer.
Cimrilik kelimesinin Kur'an'daki diğer bir karşılığı katur kelimesidir. Bu kelime, Türkçe'deki hasis kelimesini karşılamaktadır. Kur'an'da, kişinin elindeki şeyleri çar-çur etmesi demek olan israfın zıddı olarak kullanılmıştır.
Ve onlar ki harcadıkları zaman, ne israf ederler, ne de cimrilik ederler; (harcamaları) bu ikisinin arasında dengeli olur. (Furkan, 67).
Hasîs olanlar, her ne kadar zâhid (dünyâyı istemiyor) olsalar da Cennet'e giremezler. (Zevâcir)
Ahlâk-ı zemîme (kötü ahlâk) olan dört şeyden vazgeç, onlardan çok sakın. Bunlar: Çok mal toplayıp yememek, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâya sarılmak, hasîs (mala düşkün) olmak, harîs (dünyâya düşkün) olmak. (Ey Oğul İlmihâli)
Hasîslerin en fenâsı, müslümanlara emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yapmayanlar, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmeyenler, onlara dinlerini öğretmeyenler veya yanlış öğretenlerdir. (Ahmed Rıfat)
Günahların büyüğü üçtür: Hasîslik, hased ve riyâdır. (Mala düşkünlük, çekememezlik ve gösteriş) (İmâm-ı Gazâlî)
Allahü Teâla dünyaya gönderdiği insan oğluna, bu dünyadan istifade edebilmesi için mal edinmesini, geçici olarak da olsa bu dünya nimetlerinden faydalanmasını irade etmiştir. Ancak mala tapıcılık veya mal kazancını her şeyin önünde görmek olan hasisliği ise yasaklamıştır. Her şeyde en güzel örnek olan sevgili Rasûlü Hazreti Muhammed Mustafa Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimizi de bizlere nümune olarak göndermiştir. O’nun hayatına baktığımızda eline dünyalık nice imkânlar geçtiği halde O bunları elinin tersiyle itmiş ve aza kanaat ederek dünyaya düşkün olmadığını bizlere göstermiştir. İşte bu hayat tarzı Rabbimizinde istediği ve sevdiği hayat tarzıdır.
MUHTERİS
*Bir kurbağayı koltuğa oturtursun, o yine çamura atlar. ANONİM
Beşer nefsi zayıftır, muhteristir. Ancak Allah'ın koruduğu kimseler bundan müstesnadır. Ancak imanla kendilerini mâmur edenler, bu cimrilik cehaletinden temizlenebilir, yeryüzünün zaruretlerinden kurtulabilir, menfaata karşı duydukları hırs kaydından vazgeçebilirler. Çünkü iman sahipleri, Allah'dan, maldan da üstün birşey umabilirler. Bu umulan şey Allah'ın rızasıdır.
Mümin kalp; mal ile değil, iman ile mutmain olur; Allah yolunda infak etmekle fakir düşeceğinden korkmaz. Kendi hiç bir şey değilken Allah onu meydana getirmiş, vücut, göz, kalp, lisan ve sayısız nimetler bağışlamış ve mal sahibi yapmıştır. Bunlar Allah'a aittir. Öyle ise Allah'a güvenen birisi Allah yolunda ve Allah rızası için malını infak etmekten çekinmez.
Ama kalp gerçek imandan yoksun olunca, infak etmeye veya sadaka vermeye teşebbüs ettiği zaman, her defasında, nefsinde bir cimrilik duygusu dalgalanmaya başlar, fakir düşeceğinden korkar. Böylece infak etmekten vazgeçer. Sonra onun hayatı emniyetsiz ve istikrarsız bir korku ve ihtiras Cehennemi haline gelir.
Allah'a söz verdiği halde ahdine ihanet eden, verdiği söze vefa göstermeyip Allah'a karşı yalan söyleyen, hiç bir zaman kalbini münafıklıktan kurtaramaz. Ölçülü hareket etmek İslâm nizamının temel esaslarından birisidir. Aşırı müsrif davranmak da cimri davranmak kadar dengeyi bozar. İslâm, dengenin bozulmamasını öngörür.
KISSA VE HİKAYELER
FİRAVUNLAR DOLDURMUŞ
"Elbiseleriniz eski de olsa, kalpleriniz yeni ve temiz olsun" HZ. ALÎ
Hatem-i Esâm Kuddisu sirruh , Medine-i Münevvere'ye gelmiş. Şöyle etrafa bir bakmış. Her taraf saraylarla dolmuş. Yanaşmış esnafa, "Esselâmü aleyküm!" demiş. "Yâhu, bana Rasûlüllah'ın sarayını göstersenize!" demiş.
Ezvâc-ı tâhirâtınn odaları bir arşın eninde, üç arşın boyunda. Normal bir karyola ebadında odaları. Oda güya, bir karyola büyüklüğünde...
-Rasûlüllah'ın sarayı mı olur?.. Rasûlüllah'ın hayatı çok mütevâzi idi. Toprak üstünde yatardı, hasır üstünde yatardı." demişler.
Hâtem-i Esam sormuş:
-Peki bu saraylar kimin?.
-İşte falancanın, filâncanın..
-Vayy, demek ki Rasûlüllah'ın şehrini Firavunlar doldurmuş. demiş.
Hani nerde Allah rızâsı için vermek, yokluktan korkamayanın verişiyle vermek, derya gibi cömertlik nerde?[2]

[1] Derleyen, YETER Hasan Vehbi, Emekli öğretmen, Honaz / 2006
[2] e.coşan, sorulara cevaplar

LÂNET ETMEK

LÂNET ETMEK[1]
* MÜMİN KUSUR BULAN, LANET EDEN, AHLAKSIZCA KONUŞAN DEĞİLDİR. (HADİS-İ ŞERİF)
Lanet; Hakaret, sövüp sayma, azap, Allah'ın rahmetinden uzaklaşma, gazab etme, beddua etme, buğz etme, muhalefet etme anlamlarına gelir. Bir kimsenin kötülüğünü, Allahü teâlânın af ve merhametinden mahrum olmasını, ihânet edenlerin veya kötülüklerin gerektiği cezâya çarptırılmasını istemektir.[2]
Lânet, Kur'ân'da birçok kez ve tüm anlamlarında kullanılmıştır.
..İşte onlara hem Allah lânet eder, hem bütün lânet edebilenler lânet eder. (Bakara, 159) ayetinde beddua anlamındadır.
Şeytan'a "mel'un" (lânetlenmiş) denilmesi de Allah'ın rahmetinden kovulması, gazabına uğraması nedeniyledir.
Bu tür kullanımlardan ayrı olarak Kur'an'ın iki yerinde iki karşılıklı lânetleşmeden söz edilir. Bunların ilkinde Hazreti Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'e şöyle buyurulur:
Kim sana gelen ilimden sonra seninle tartışmaya kalkarsa de ki: Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra gönülden dua edelim, yalan söyleyenlere Allah'ın lânetini dileyelim. (Âl-i İmran, 61) Bu ayet uyarınca Hazreti Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem, Hazreti İsâ Aleyhissalam hakkında kendisiyle tartışan Necran Hristiyanlarını lânetleşmeye çağırmıştı. Ancak, "mübahele olayı" olarak bilinen bu olayda Hristiyanlar lânetleşmeye yanaşmamışlardı.
Dinimiz bir insana veya bir hayvana lanet etmeyi haram kıl­mıştır.
Resulu Ekrem Sallallahü Aleyhi ve Selem:
... bir mümine lanet etmek onu öldürmek gibi günahtır, buyuruyor. Bu hadiste nere­deyse lanet etmek, adam öldürmekle denk tutulmuştur.
Lanet eden isabetsizse o lanet tekrar kendisine döner. Lanet eden müslümanların ahirette itibar kaybına uğrayacağı şu hadisle şöyle beyan ediliyor:
Lanet edenler, kıyamet gününde ne şefaatçi ve ne de şahit olabilirler. (Riyazüssalihin: 3/140)
Müslümanınn görevi, din kardeşine iyilik temenni etmesi, iyiliği için dua etmesidir. Lanet etmek, değildir. Bunun için Resul-i Ekrem Sallallahü Aleyhi ve Sellem:
Hiç biriniz diğerine; Allah sana lanet etsin, Allah'ın gazabına uğra, cehennemde yan, gibi beddualarla lanet etmeyiniz. buyur­muştur. (Riyazüssalihin, 3/140)
Müslüman kızmış olsa bile din kardeşine lanet yerine hayır dua ederse bu Allah'ın daha hoşuna gider ve amel-i salih olur.
Hazreti Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'de lânet kelimesini beddua, buğz, hakaret gibi anlamlarda kullanmıştır.
İslâm bilginleri arasında kimlere lânet edilip kimlere edilmeyeceği konusunda görüş ayrılığı vardır. Bilginlerin bir bölümü müslümanlara hiç bir şekilde lânet edilemeyeceği görüşündedir. Bilginlerin diğer bir bölümü ise fasık olan müslümanlara lânet edilebileceğini kabul ederler. Kâfirlere lânet edip edilemeyeceği de tartışma konusu olmuştur.[3]
KISSA VE HİKAYELER
BABA OĞUL
*BABA OLDUKTAN SONRA GÖRECEKSİNİZ Kİ, KENDİ MUTLULUĞUNUZDAN ÇOK, ÇOCUĞUNUZUN MUTLULUĞU İLE MUTLUOLABİLİRSİNİZ. BALZAC
Adam yeni kamyonuna bakmak için evinden çıktığında, üç yaşındaki oğlunun gayet mutlu bir biçimde elindeki çekiçle kamyonunun kaportasını mahvettiğini görmüş. Hemen oğlunun yanına koşmuş ve çocuğun eline çekiçle vurmaya başlamış. Biraz sakinleşince oğlunu hemen hastaneye götürmüş.
Doktor, çocuğun kırılan kemiklerini kurtarmaya çalıştıysa da elinden bir şey gelmemiş ve çocuğun iki elinin parmaklarını kesmek zorunda kalmış.Çocuk ameliyattan çıkıp gözlerini açtığında,bandajlı ellerini fark etmiş ve gayet masum bir ifadeyle:
-Babacığım, kamyonuna zarar verdiğim için çok üzgünüm, demiş ve sonra babasına su soruyu sormuş:
-Parmaklarım ne zaman yeniden çıkacak? Babası eve dönmüş ve hayatına son vermiş...
Birisi masaya süt döktüğünde ya da bir bebeğin ağladığını işittiğinizde bu öyküyü hatırlayın. Çok sevdiğiniz birine karşı sabrınızı yitirdiğinizi anladığınızda, önce biraz düşünün.
Kamyonlar onarılabilir, ama kırılan kemikler ve incinen duygular hiçbir zaman onarılamaz; genellikle kişiyle performansı arasındaki farkı göremeyiz.
İnsan hata yapar. Hepimiz hata yaparız. Fakat öfkeyle ve düşünmeden yapılan şeyler, insanı sonsuza kadar rahatsız eder. Harekete geçmeden önce durun ve düşünün.
Sabırlı olun. Anlayış gösterin ve sevin.


[1] Derleyen, YETER Hasan Vehbi, Emekli öğretmen, Honaz / 2008
[2] Sözlük manaları
[3] İnternet- İslam Ansiklopedisi- O. Hakan ÖZALP

GÜNAH KAVRAMI

GÜNAH KAVRAMI[1]
* HİÇBİR GÜNAHKÂR BAŞKASININ GÜNAH YÜKÜNÜ ÇEKMEZ. (İSRÂ,15)
Günah, Farsça bir kelime olup, dinde suç sayılan, Allah’ın yasak ettiği söz ve davranışlar demektir. Allah’ın yapın dediği bir şeyi yapmamak günah olduğu gibi, yapmayın dediği bir şeyi yapmak da günahtır.
Bir örnek olmak üzere, Allah Teâlâ inananlara namaz kılmayı emretmektedir. Ergenlik çağına gelen aklı başında her müslüman, Allah’ın bu emrini yerine getirmekle yükümlüdür. Böyle bir kimse namaz kılmayacak olursa büyük günah işlemiş olur.
Bir başka örnek; Allah Teâlâ, aralarında nikah bağı bulunmayan başka bir kadınla erkeğin cinsel ilişkide bulunmalarını yasaklamıştır. Allah’ın bu yasağına uymayanlar da büyük günah işlemiş olurlar.
Kur’an-ı Kerim, günahları, büyük ve küçük olmak üzere iki kısma ayırır. Ancak büyük ve küçük günahların nelerden ibaret olduğu hakkında fazla bilgi vermez. Konu ile ilgili ayetlerden bir tanesinde şöyle buyurulur:
إِن تَجْتَنِبُواْ كَبَآئِرَ مَا تُنْهَوْنَ عَنْهُ نُكَفِّرْ عَنكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَنُدْخِلْكُم مُّدْخَلاً كَرِيمًا {31}
Eğer yasaklandığınız büyük günahlardan sakınırsanız, küçük günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir yere sokarız. (Nisa, 31)
Şüphesiz günahların hepsi eşit değildir. Bir adamı haksız yere dövmek ve yaralamak günah olduğu gibi, onu öldürmek de günahtır. Fakat bunlar, aynı seviyede değildir.
Bedrüddin Aynî diyor ki: “Günahın büyüklük ve küçüklüğü izâfî yani bağıntılıdır. Bir günah ki ondan daha büyük bir günah varsa o günah kendisinden daha küçük olana nispetle büyüktür. (Umdetü’l-Kârî, Şerh ü Sahîhi’l-Buhârî.13/216.) Bu itibarla günahlar, birbirlerine nispetle büyük ve küçük olmak üzere iki kısma ayrılır.
Peygamberlerden başka hiç kimse masum yani günah işlemekten korunmuş değildir. Peygamberlerde bulunması gerekli sıfatlardan birisi ''İsmet'' sıfatıdır ki, onlar günah işlemekten korunmuşlar demektir. Peygamberlerin dışında bu sıfat kimsede bulunmaz. Peygamberimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem buyuruyor:
Ademoğlunun hepsi günah işler. Günah işleyenlerin en hayırlısı ise tövbe edenlerdir. (İbn Mâce, Zühd, 30)
Büyük de olsa günah işleyen kimse dinden çıkmaz, günahkar olur. Kalbinde inancı olduğu halde ibadet görevlerini ihmal eden, şirk, nifak ve küfür dışındaki günahlardan birini veya birkaçını işleyen kimse, işlediği günahı helal saymıyorsa bu kimse mü’mindir, ama günahkâr mümindir. Elbette yükümlü olduğu ibadetleri yapmadığı ve büyük günah işlediği için cezayı haketmiştir. Allah Teâlâ dilerse onu bağışlar, dilerse günahı oranında cezalandırır, ama imanı olduğu için er geç cennete girer.

KISSA VE HİKAYELER

YAŞLI KIZILDERİLİ REİSİ
* BENİM İÇİN EN BÜYÜK İNSAN, DÜŞÜNCELERİ İLE DUYGULARI ARASINDA KÖPRÜ KURABİLENLERDİR. (BONAPARTE)
Yaşlı adam kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbiriyle boğuşup duran iki köpeği izliyorlardı. Köpeklerden biri beyaz, biri siyahtı ve oniki yaşındaki çocuk kendini bildi bileli o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı.
Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri köpekti bunlar. Çocuk, kulübeyi korumak için biri yeterli gözükürken niye ötekinin de olduğunu, hem niye renklerinin illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık. O merakla sordu dedesine.
Yaşlı reis, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı.
- Onlar, dedi, benim için iki simgedir evlat.
-Neyin simgesi, diye sordu çocuk.
-İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları.
Çocuk, sözün burasında, mücadele varsa, kazananı da olmalı diye düşündü ve her çocuğa has bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi:
-Peki, sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?
Bilge reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa:
-Hangisi mi evlat? Ben hangisini daha iyi beslersem o!

[1] Derleyen, YETER Hasan Vehbi, Emekli öğretmen, Honaz / 2008

KÖTÜ ZANDA BULUNMAK

KÖTÜ ZANDA BULUNMAK[1]
* ZANDAN SAKININ. ZİRA ŞÜPHESİZ ZAN SÖZÜN EN YALAN OLANIDIR. (HADİS-İ ŞERİF)
Zann; Şüphe, tereddüt, şek, sanmak, zannetmek, tahmin etmek, sezmek anlamlarındadır. İhtimale göre karar vermek, akıl yürütmektir.
Sû-i zan: Kötü zan demektir. kötü sanmadır. Kötü zann, fena tahmin, kötü zanna sahip olma, başkasının hareketini kötü sanma, kötü şeyler yakıştırma demektir.[2]
Hiç kimse hakkında su-i zan beslememelidir. Başkalarının kusurunu araştırmak denen tecessüs de su-i zandan ileri gelir. Ahlaka aykırı olan bu hareket haramdır.
Hazreti Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
Zandan sakının. Zira şüphesiz zan sözün en yalan olanıdır. Bu hadis-i şerifte sû-i zandan sakınma vardır. Üzerinde hiçbir kötülük alameti görülmeyen bir kimseyi kötülükle töhmet altına almaya "zan" denir. Bu yersiz ve sebepsiz yere birini kötülemektir. Bu şüphesiz kötü bir zandır.
Müslüman belki iyi niyetinden dolayı başka kişiler hakkında iyi zanda bulunabilirler. Zaten müslüman her olayı iyiye yormalıdır. Bunun aksine kötü zanda bulunmak ise Allah tarafından yasaklanmış ve büyük günahlardan sayılmıştır.
İnsanlar, kusursuz değildir. Bazen en yakın dostumuz bile, bize karşı kırıcı ve incitici davranışlarda bulunabilir. Ancak bu gibi olayları büyütüp o dostumuz hakkın da kötü zanda bulunmamız, dostluk bağlarını koparabilir. Bu doğru bir davranış değildir. Yüce Allah, değil kötü zan, hatta zandan bile kaçınmak gerektiğini Kuranıkerim’de şöyle belirtmiştir:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اجْتَنِبُوا كَثِيرًا مِّنَ الظَّنِّ إِنَّ بَعْضَ الظَّنِّ إِثْمٌ وَلَا تَجَسَّسُوا وَلَا يَغْتَب بَّعْضُكُم بَعْضًا أَيُحِبُّ أَحَدُكُمْ أَن يَأْكُلَ لَحْمَ أَخِيهِ مَيْتًا فَكَرِهْتُمُوهُ وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ تَوَّابٌ رَّحِيمٌ {12}
Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir. (Hucurât, 12)
Burada kaçınmamız istenen zan, kötü zandır. Ancak iyi zanda bulunmak gerekir. Aksi halde Allah'ın sevmediği davranışı yapmış oluruz.


KISSA VE HİKAYELER

BİR HAFTALIK YOL
* MÜ’MİNLER BİRBİRİNİN KARDEŞİDİR, (HADİS-İ ŞERİF)
Ebû Abdullah Kâdî, babasından şöyle nakleder: Bağdat'ta çok zengin olan bir tüccar arkadaşım vardı. Bir gün baktım, bütün malını mülkünü fakirlere dağıtmış. Bunun sebebini sorduğumda şöyle anlattı:
Bir gün Bağdat'ın bir camisinde Cuma namazı kılmaya gittim. Namazı kıldıktan sonra Bişr-i Hafî'nin camiden çıktığını gördüm. Acele acele bir yere gidiyordu. Ben kendi kendime zühd ve takva sahibi bir zât böyle acele acele nereye gidiyor diye merakla tâkib ettim.
Bir fırından ekmek, bir kebapçıdan da kebap aldığını gördüm. Daha sonra da helvacıdan helva aldı. Ben kendi kendime, böyle bir zâtın bunları alıp yemesini düşünerek, kızdım. Fakat nasıl yiyeceğini merak ederek takibe devam ettim. Bir süre sonra bir köye vardı. Köyün camisine girdi. Camideki yatalak bir hastaya, aldıklarını lokma lokma yedirdi.
Ben bu arada köyü merak edip, neresidir diye biraz dolaştım. Sonra hastanın yanına gittim. Ona, Bişr-i Hafî'yi sorunca:
-Üç saat evvel Bağdat'a gitti, dedi. Bu köyün Bağdat'a uzaklığını sorduğumda, bana; 240 km.'dir, dedi. Ben bunu duyunca:
-Benim bu yolu gidecek param yok. Burada kimseyi tanımam ve bu kadar uzun yolu da yürüyemem, dedim. Hasta şahıs:
-Bekle, haftaya Bişr-i Hafî yine gelir, deyince, bir hafta orada kaldım. Cuma günü Bişr-i Hafî yine geldi. Aynı şekilde hastayı doyurdu. Giderken o hasta şahıs. Bişr-i Hafî'ye:
-Bu adam Bağdat'tan senin arkadaşın, geçen hafta seninle beraber gelmiş. Bir hafta burada kaldı. Onu tekrar götür, dedi. Bişr-i Hafî bana:
-Sen benimle niye buraya geldin? diye sordu. Ben özür dileyerek hatâmı söyledim ve af diledim. "Haydi kalk ve yürü" dedi.
Akşama kadar yürüdük. Akşam olmak üzere iken bana:
-Sen Bağdat'ın hangi mahallesinde oturursun? dedi. Oturduğum mahalleyi söyleyince, o mahallenin yolu burasıdır. Git ve arkana bakma dedi. Buyurdukları gibi arkama bakmadan evime gittim. Bunun üzerine bütün malımı fakirlere ve ihtiyaç sahihlerine dağıttım, ömrümün kalan kısmını insanlara hizmetle geçireceğime dâir söz verdim.

[1] Derleyen, YETER Hasan Vehbi, Emekli öğretmen, Honaz / 2008
[2] Sözlük manaları

KÖTÜ AHLÂKLILIK

KÖTÜ AHLÂKLILIK[1]
*ALLAH KATINDA KÖTÜ HUYDAN BÜYÜK GÜNAH YOKTUR. (HADİS-İ ŞERİF)
Kötü ahlâk, insanı alçaltır, saygınlığını kaybettirir. Nefret ve kınamalara maruz bırakır. Ağır eleştirilerin ve suçlamaların hedefi haline getirir. Zaman olur, belirtileri ve kötülüğü katmerleşir, değişik kötülüklere, bedensel ve psikolojik krizlere yol açar. Kötü ahlâklı olan kişiler aşağılık, rezil ve yaptıkları işler de rezilcedir.
Rezîl: Alçak, îtibârsız, adi, utanmaz, hayasız, yüzsüz, sıyrık, soysuz, kepaze, aşağılık, kötü, namussuz, ahlaksız, kötü ahlâklı, bayağı, maskara anlamlarındadır. Utanılacak davranışları olan, rezillik yapan, fazîletin zıddı davranış gösterendir.[2] Kötü huy; Dînin ve aklın beğenmediği huydur.
Bu tür bir niteliğin olumsuzluğunu ve kötü sonuçlarını vurgulama bakımından, Yüce Allah'ın, Elçilerinin Efendisi'ne, Peygamberlerinin Sonuncusu'na, hertürlû fazilet ve saygınlığın zirve şahsiyetine:
Eğer sen onlara karşı kaba ve katı kalpli olsaydın, mutlaka etrafından dağılırlardı, de­diğini hatırlamamız yeterlidir.
İmam Sadık Hazreti Muhammed Sallallahü Aleyhi ve Sellem der ki:
Eğer saygı görmek istiyorsan yumuşak ol, şayet kimsenin yüz vermediği, ciddiye almadığı biri olmak istiyorsan, o zaman da sert ve haşin ol. (Tuhefu'l-Ukal)
Bu yüzden gerek akıl ve gerekse nakil, kötü ahlâkın yerilmesini ve ondan sakınılmasını zorunlu görür. Şimdi konuya ilişkin bazı rivayetle­ri sunalım:
Resulullah efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyuruyor:
Güzel ahlâka sahip olun, çünkü güzel ahlâk kesinlikle cennettedir. Kötü ahlâktan da sakının. Çünkü kötü ahlâk kaçınılmaz olarak ateştedir.
Allah için tevâzû edeni, Allahü teâlâ yükseltir. Kim de kibirlenirse, Allahü teâlâ rezîl eder. (Berîka)
Huy, iyi veya kötü iş yapmağa sebep olur. Yâhut da, iyi ve kötü olmayan şeye sebep olur. Birincisine fazîlet veya iyi ahlâk denir. Cömertlik, şecâat yâni yiğitlik, yumuşaklık böyledir. İkincisine rezâlet denir. Hasîslik ve erkekler için korkaklık böyledir. Üçüncüsüne fazîlet de, rezâlet de denmez. San'at deniliyor. Terzilik, çiftçilik böyledir. (Ali bin Emrullah)
Peygamber efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyuruyor:
-Yüce Allah, kötü ahlâk sahibinin tevbe etmesini istemez. Orada bulunanlar:
-Ya Resulallah, bu nasıl olur? dediklerinde:
-Çünkü kötü ahlâk sahibi bir günahtan tevbe eder­se, daha büyük bir günah işler, buyurdu. (el-Küfi)
İmam Sadık Hazreti Muhammed Sallallahü Aleyhi ve Sellem der ki:
İnsanların hiç çekinmeden, sıkılmadan yaptıkları günah, kötü huylu olmaktır. (Berîka)
KISSA VE HİKAYELER

KADIN VE VALİ
*SICAK SU BUZU ERİTTİĞİ GİBİ, İYİ HUY DA, HATÂLARI ERİTİR. (HADİS-İ ŞERİF)
Bir zamanlar vâlilik yapan birisinin çok güzel bir bahçesi vardı. Rengârenk çiçeklerle donatılmış, tam bir zevk ve sefâ yeriydi. Bir gün vâli, bu bahçeye geldi. Vâli, bir bahane ile kadının kocası olan bahçıvanı, bir iş için dışarıya gönderdi. Kadına da dedi ki:
-Bahçenin kapılarını kapat. Hiç bir kapı açık kalmasın! Kadın, akıllı ve namuslu idi. Vâlinin kendisine kötü niyet taşıdığını anladı. Gidip bir ağacın arkasına saklandı ve biraz sonra gelip dedi ki:
-Kapıları kapattım. Yalnız bir tanesi kaldı. Onu kapatmaya gücüm yetmiyor. Ne kadar uğraşsam da kapatamıyorum.
-O, hangi kapıdır?
-Bu kapı, Allahü teâlânın (Basir) sıfatıyla bizi gördüğü kapıdır. Vâli, bu sözü duyunca, pişman olup tövbe etti. Bir daha aklına böyle kötülükler getirmemek için, Allahü teâlânın sevgili kullarından birinin bulunduğu yere gidip, onun sohbetinde yetişti. Allahü teâlânın sevgili kullarından biri oldu.
Basir : Her şeyi gören.
Allah her şeyi, herkesin yaptığını görür. Onun görmesine hiç bir şey engel olamaz. Allah’ın, kalpteki fısıltıları, beyindeki oluşumları, fikirdeki gizlilikleri, kalplerdekini, zifiri karanlık bir gecede kapkara bir taşın üzerinde yürüyen simsiyah bir karıncayı ve çıkardığı sesi görür, duyar, bilir.
[1] Derleyen, YETER Hasan Vehbi, Emekli öğretmen, Honaz / 2008
[2] Sözlük manaları

KOĞUCULUK YAPMAK

KOĞUCULUK YAPMAK[1]
*ŞUNU İYİ BİL Kİ, BAŞKASINDAN SANA LAF GETİREN MUTLAKA SENDEN DE ONA LAF GÖTÜRECEKTİR. HASAN BASRİ RADIYALLAHÜ ANH
Koğuculuk; Nemime, Söz gezdirme, laf taşıma, fitçilik, çekiştiricilik, dedikoduculuktur. Bir kimse aleyhine söylenen sözleri bir kötülük maksadıyla o kimseye ulaştırma demektir.[2]
Bu çok kötü bir huydur. Bu yüzden nice dostların arası açılır, nice düşmanlıklar ortaya çıkar.
Birinden laf alıp diğerine götürmek de ahlâksızlıktır. Haramdır. Çünkü bu huyda olanlar, insanlar arasına nifak saçarak kardeşlik bağlarını gevşetirler. Toplum içinde huzursuzluklara, geçimsizliklere sebep olurlar.
Laf taşıyıcılar, ahlâken en menfur insanlardır. Bazı insanlar, rakiplerini, iş arkadaşlarını gözden düşürmek için koğuculuk yaparlar. Böyle bir davranış neticesinde birçok ailelerin başına büyük felaketler gelir.
Dostları, ahbapları çekiştirip, biribirine düşürmek, karı-koca, akraba ve hısımları, baba ile oğul ve kardeşler arasını açmak için gammazlık yapmak, cemaatler veya sanat ve ticaret erbabı arasında laf taşımak, bir insanı mevkiinden düşürmek için onun aleyhinde bulunmak, ondan söz taşımak bu tip bir koğuculuktur.
Bir kimseye, o kimse hakkında bir başkasının söylemiş bulunduğu bir sözü ya da o kimseye yönelik yapmış bulunduğu bir işi gördüğünü veya duyduğunu öne sürerek ulaştırma, aktarma, götürme işi yani söz taşıyıcılık da bir çeşit koğuculuktur. Şahit olunan bir olayı veya sözü, kötülük ve fesat maksadıyla başka yerlere götürüp ve yaymak demektir. İslamiyet, bu kötü hasleti yasaklamıştır.
Bir ayet-i kerime’de:
وَلَا تُطِعْ كُلَّ حَلَّافٍ مَّهِينٍ {10} هَمَّازٍ مَّشَّاء بِنَمِيمٍ {11}
Ayıp araştıran, koğuculukla söz gezdiren kimseye itaat etme, (Kalem, 10-11) buyurulmaktadır.
Allah Teâlâ ötekini berikini dil ile yaralayan, insanlar arasında ara bozmak ve fesat çıkarmak amacıyla laf getirip götürene itaat edilmesini yasaklamıştır. Çünkü o, fitne saçan, kin eken, ilişkileri ke­sen ve toplumu birbirinden ayıran kimsedir; iki dostu birbirine düş­man, iki kardeşi birbirine yabancılaştıran, karı koca arasını açıp bir­birinden nefret ettiren, evlâdı babasına karşı savaştıran ve babayı çocuklarına karşı zıt tavır aldırandır. O, apaçık bir kavga ve şer ha­bercisi, odun hammalı ve ateş yakıcısıdır. Onun için ona boyun eğmek haramdır ve onu bundan vazgeçirmek gerekir. Sakın onun sözüne aldırma. Onun dilinin altında daima düşmanlık ve husûmet vardır. Zira o fâsıktır. Allah Teâlâ bu gibilerin verdikleri haberlerin doğru­luğunu araştırmamızı emir buyurmuşlardır.
Gıybette, bir kimse hakkında konuşma vardır. Konuşulanın konuşanları ilgilendirip ilgilendirmemesi, veya doğru olup olmaması da gıybet fiilini değiştirmez. Eğer konuşulanlar yalansa, hem gıybet hem iftirâ edilmiş olur. Konuşulanlar doğru ise, gıybet yapılmış olur.
Koğuculukta ise, anlatılan şeyler kendisi ile konuşulan kimseyi ilgilendiren bir konuda olmaktadır: "Senin hakkında şunu dedi veya senin aleyhinde şunu yaptı" gibi... Kendisine söz götürülen kimsenin sıradan biri olması ile herhangi bir konuda yetkisi bulunan bir görevli olması arasında fark yoktur. Bu bakımdan jurnalciler ve ihbârcılar da "koğucu" konumundadır.
İslam dini, koğuculuk suretiyle birbirlerinin hatalarını yaymayı haram kılmış, başkalarının ayıplarının örtülmesini de emretmiştir. Söz taşıyan insanlar, size başkalarını çekiştirmeleriyle belli olur. Onları tanımak için çok gayrete gerek yoktur. En iyisi onlara başkalarından söz etme fırsatını vermemek, onları dinlemekten kaçınmaktır.
Cemiyetin ahengini bozan bir başka husus da arkadan çe­kiştirmedir. Kur'an-ı Kerim bunu da yasaklar; insanların mert olmalarını ister. Koğuculuğun kötü bir davranış olduğunu ifade eder.
Ancak, Allah için yapılan şahitliktir ki, bunun dışındadır. Ancak, söz taşımanın, lâf götürüp getirmenin koğuculuk sayılamayacak, kınanamayacak bir türü daha vardır ki, o da, Peygamber Efendimiz Hazretlerinin:
İnsanların arasını düzelten ve hayır maksadıyla söz ulaştıran veya hayır kastıyla yalan söyleyen kimse, yalancı değildir, (Tecrid-i Sarih Tercümesi, 1156 Sayılı Hadis) mealindeki hadislerinde belirtmiş olduğu türden olandır. Şeklen koğuculuğa benziyor olmasına karşılık, niyet ve maksat bakımından onunla taban tabana zıt bir davranış biçimi.[3]

KISSA VE HİKAYELER

İBRET DOLU BİR KISSA
*KOĞUCU, SİHİRBAZDAN DAHA ŞERLİDİR. SİHİRBAZIN BİR AYDA YAPAMADIĞINI, KOĞUCU BİR SAATTE YAPAR. EKSEM OĞLU YAHYA
Rivayetlere göre, sâlih kişilerden biri elindeki cariyesini satılı­ğa çıkarmış, müşteri çıkınca, sâlih kişi müşteriye demiş ki:
-Bak kardeşim, bu cariyenin hiç bir ayıp ve kusuru yoktur. Yalnız ve yalnız ikiyüzlüdür ve koğuculuk yapar. Müşteri böyle olmasına itiraz etmeyerek cariyeyi satın alıp evine götürdü. Çok geçmedi ki, câriye huyu itibariyle yerinde duramaz oldu. Efendisiyle hanımının arasını açma­yı düşündü ve bunun için bir plân hazırladı. Bir gün hanımefendisine giderek mühim bir şeyden bahsetmek istediğini söyledi. Hanımefen­di kulak kesildi, dinliyorum seni dedi.
Câriye gözleri nemlenerek dedi ki :
-Çok sevgili hanımım! Çok iyiliğinizi gördüm. Beni evlâdınız gibi seviyor ve koruyorsunuz. Fakat efendiniz başka bir kadına mey­letmiş vaziyette. Buna bir çare bulunmazsa yakın gelecekte aile yuvanız yıkılabilir ve bu saadetli günleriniz karanlığa boğulabilir!
Bu haber hanımefendiyi birdenbire sarstı, adetâ şuursuz kesildi ve:
-Acele söyle, kiminle bu anlaşma? Efendim nasıl olur da ben­den başkasını sevebilir?
Câriye yine o nemli gözleriyle :
-Muhterem hanımım! Üzülmeyin bunun bir çâresi vardır, becerebilirseniz, her şey hallolur, efendimiz de yalnız kendi evine bağlanıp kalır. Bu gece efendi uyuyunca usturayla onun sakalından bir kıl kopar, kâfi...
Hanımefendi bütün samimiyet ve saflığıyla buna inandı. Câriye bu kez oradan kalkıp efendisinin yanına gitti ve ona :
-Size çok mahrem bir haberim vardır, müsaade buyurursanız anlatayım! dedi.
Efendisi müsaade edince câriye şöyle bir haber verdi:
-Efendim, siz veliyy-î ni'metim olarak bulunuyorsunuz. Sizin aleyhinizde olacak bir şeyi duyar da haber vermezsem, nankörlüğün en kötüsünü yapmış olurum. Hanımefendi başka bîr erkekle anlaştı­ğı için bu gece sizi usturayla boğazlamaya karar vermiştir. Aman bir hal olmasın, sakın uyumayın!
Bu haber efendiyi sarstı, önce inanamadı, cariyenin gözlerinin nemine, konuşmasındaki ciddiyet ve samimiyetine bakarak inanmak zorunda kaldı. O gece hiç uyumamaya karar verdi. Netice uyku za­manı gelince herkes odasına çekildi. Efendi de uyur gibi gözlerini kapadı, gelecek olan tehlikeyi tesbite çalıştı. Gecenin üçte biri geç­mişti ki, hanımefendi elindeki usturayla odaya girdi. Efendi hemen yerinden fırlayıp karısını bir hamlede vurup öldürdü, derken iki tara­fın akrabası birbirine girdi bir nice kişiler yok yere can verdi.
Bunun içindir ki büyük âlim Yahya bin Eksem diyor ki: “Koğuculuk yapan kimse, sihirbazdan daha kötüdür, adam öldü­renden daha canidir. Koğucunun ve ikiyüzlünün bir saatte îşleyeceği fitne ve fesadı sihirbazla cani bir yılda işleyemez.”
İslâm ahlâkçılarından Eksem bin Seyfî diyor ki: «Dört tip insan vardır ki bunların ikisi hem dünyada, hem de âhirette zelil ve hakirdirler. İkisi ise yalnız dünyada hakirdir, ikiyüzlü ile yalancı hem dünyada hem de âhirette zelil ve hakirdir. Borçlu ile yetim (günaha sapmadıkları, kul hakkı yemedikleri takdirde) yalnız dünyada hakirdirler. »

[1] Derleyen, YETER Hasan Vehbi, Emekli öğretmen, Honaz / 2008
[2] Sözlük manaları
[3] İnternet- İslam Ansiklopedisi- Zübeyr YETİK